bu sitedeki yazılarımın....kopyalanması,çoğaltılması,yayınlanması 5846 ya göre yasaktır...

mutlu yıllar...



nasıl olduysa planlarımın bir kısmını hayata geçirmişim 2011 de...
buna, en çok kendim şaşırdım...
çünkü her yıl yapılacaklar ve alınacak kararlar listesi oluşturup,
sonrada itinayla buruşturup çöpe atan yine bendim.
herbiri için mazeretim ayrı hazırdı,
ya 'olmasa da olurdu'
ya da 'zamanı değildi'
demekki hiç fena bir yıl olmamış 2011...

zaten tek sayılı yıllar iyi gelir bana...
çiftlerde takılırım.
onlarında numerolojik değeri tekse süperdir,
yani 2012 gibi :)

biraz ateş,biraz üşümem var,
kısacası soğukalgınlığıyla karşılayacağım yeni yılı...
dinlenirsem geçer belki diyorum...
umut işte...

yılbaşı sofrasında el emeğim bulunsun diye en basitinden 1-2 çeşit yapacağım...
ki bir tanesi salata,
gerisi dışardan...
yorgunluktan perişan olup ''gece bitsede uyusam''
demekten daha iyidir herhalde...

güzel bir yıl olsun...
sağlıklı,
mutlu,
ve sevdiklerimizle beraber...
hayli paralı...bol eğlenceli...
sokaktaki can'ların ve korunması gerekenlerin korunup kollandığı...
sıkıntıların çabucak atlatıldığı ,keyiflerin uzun sürdüğü bir yıl olsun...
dilediğiniz gibi,gönlünüzce olsun...
mutlu yıllar...

kombi'den kuzineye yol olsa



savaştan çıkmış gibiyim
üstelik galibide mağlubuda yok...
herşey...
kombi bakımı için gelen elemanın:
''kombinin iç kazanı değişmeli ''
cümlesiyle başladı...
kazan 450 lira civarı
işçilikle filan iyi bi paraya denk gelecek belli...
vazgeçtim tamirden...
aslında yerinide sevmiyordum kombinin,
zaten ben kombide sevmiyorum...
aklım fikrim,çocukluğumdan beri kuzinede...
karşısına uzanıp seyredeceğim korlarda alevlerde,
üstüne oturtacağım pilav tenceresinde
mis gibi demlenmiş çayda...
kestanelerde
külüne gömeceğim patateslerde...
ama ne gelir elden,
bir kömürlüğüm bile yok...
sırasıyla ,önce sığınağa
sonra, ''fazla eşya'' adı altında eski yoğurt kaplarını biriktirdikleri depoya dönüştü...

bende bütün ilgimi bozuk kombiye ve onun sevmediğim yerine yönelttim...
bazen insan kaşınır durduk yerde...
yeni bir yer belirledim ve yeni kombi siparişi verdim...
doğal olarak bütün tesisat projesi yeniden çizilip,tesisat yeniden yapılacağından,
işi, eski kombinin yıllık bakımını yapan firmaya devrettim...
toplam yarım saat içinde bütün bağlantıları kurmuştum...

biliyorum hiçbir iş böyle yapılmamalı...
daha sakin,daha araştırmacı
ve çevrede daha önce aynı işi yaptırmış
ve memnun kalmış insanların referansına önem vermeli...
öyle yangından mal kaçırır gibi iş yapmamın bütün sebebi ekselans...
istedimki o burnunu sokmadan bitsin iş...
aksi takdirde mahallenin ne kadar iş bilmez tayfası varsa
onları ''usta'' adı altında eve dolduracak...
biri elektrik faturasını ödeyememiştir yazıktır,
öteki kart mağduru olmuştur günahtır filan...
hepsi hikaye ,
bütün mesele ,adamın ''usta''adı altında topladıklarının ortak özelliğinde...
ellerine matkabı tornavidayı alıp ;
__abiii bunu burdan mı geçircezzz
__abiii vidayı kaç cm. takalım...
__abiii öyle mi,böyle miii
sorarda sorarlar...
onlar sordukça ben sinir olurum...
o da oturur anlatır,onlarla çalışır,

az bileni tercih edip,egoyu cilalıyor olmasıda muhtemel...
çocukken tamirci olmak isteyip,
ailesinin umursamayıp zorla okutmasıda muhtemel...
benim açımsa farklıdır...
bir insana vidayı nereye takacağını dahi ,eğer ben söylüyorsam,
o zaman o vidayı ben takarım,bukadar basit...

işte bunun içindi yangından mal kaçırır halim...
kombi bakım elemanını yıllardır tanıdığıma
ve problemsiz hizmet aldığıma göre...
'ekibide iyi olmalıdır,problem çıkmaz' önkabuluyle düşündüm...
daha doğrusu düşünmedim,omurilikten davrandım,
bir işyerinde, bir kişinin işinde iyi olmasının ,
alayını iyi ve profesyonel yapmayacağı gibi..
bir kötünün de hepsini kötü yapamayacağı gerçeğini pas geçtim...

sokaktaki can'lara bir kap su birazda yemek verirsiniz di mi...

önce keşif ve fiyat vermek için geldiler...
dolayısıyla tanışmış olduk...
yaşları biraz ileriydi,gündelik kıyafetleri içindelerdi,
gözüme çarpan başka bir şey olmadı..,
ustaya yeni geçecek boruların markası ve yeri ile ilgili birkaç takıntımdan bahsettim...
verdiği cevap:
__müsterih olunuz hanımefendi,bize güvenin,herşey mükemmel olacak...
her arızada,ekselansın ''usta ''adı altında ,eve doldurduğu bir alay kopilin
__yengeeeeaaa
...'larından sonra
bi iyi geldi bu ''müsterih olunuz'' cümlesi ,anlatamam...
iyi işte,usta aynı zamanda kabil-i hitap biri...
daha ne...

''bu tesisat kaç günde biter usta'' diye sordum...
__2,5 gün
dedi...
şu buçuk kısmını pek anlamadım ama...
ama, işte usta kabil-i hitaptı ,verdim işi gitti...


var böyle tuhaf bir huyum...
3 gün sıcaktan bunalsam,zemheri soğuğunda ,dayanabildiğim noktaya kadar tshirtle gezerim...
3 gün aygın,baygın, mıymıy tipler sarsa çevremi,
ardından ,boğulurcasına konuşan,
telaştan,hızdan önünü göremeyenler iyi gelir ruhuma...
3 günüm bozkırda geçse,döndüğümde sudan buruşana kadar sulak bir yerde kalırım...

halbuki;
sıcağı sevmem, ama zemheri soğuğunuda sevmem,yumuşak yağan kar iyi gelir bana...
ne mıymıylardan,ne de telaştan boğulanlardan hoşlanırım...
adam öldürülürken tepkisiz kalan insanla...
elindeki su bardağı yere düşünce çığlık çığlığaa''ayhhh su döküldü'' diye ciyaklayanı,
aynı kefede tartar beynim...
siyahla beyaz iyidir hoştur,ama ben ara renkleri severim...
herhalde çok sıkılıpda ,karşıtıyla nötrlediğimde,
sıkıntının çabuk bertaraf olacağı gibi bir yanılgı döngüm var...

ertesi sabah ustalar geldi...
çekmişler tulumları,kafalarda birer kasket,
iki basamak merdivenlede telef olmuşlar,
kapının önünde soluklandılar 2 dakka...
birbirlerine yaslana yaslana girdiler içeri...
offf ki offf...
ben o anda anladım yaptığım hatayıda...
artık çok geçti...
tommiks okuyan ya da hatırlayanınız var mı...
dr.sallaso ile konyakçı vardı orda...
işte o ikisinin 2011 istanbula ışınlanmışıydı bunlar...



toplamda 2,5 gün sürecek iş,
1 haftada bitti...
'sabah 9 da başlayın işe' dememe rağmen
her seferinde, birbirinden enteresan ve iyi süslenmiş bahaneleri ile birlikte,
bazen 10 ,bazen 11 i buldu gelmeleri,
çalışan matkapları,hiltileri,balkonuma kurulan demir kesme makinalarını...
tozu,toprağı,
kırdıkları ,döktükleri her yer için ayrı ayrı gelen...
ve gelmeye devam eden ustaları...
yaşlarının getirisi, güçleri yetip kaldırıp atamadıkları çuvallar dolusu molozu
yazmayada benim gücüm yok...

olan hepimize oldu...
da en zararlı çıkan feriş oldu bu işten
korsi yatağın örtüsünü sonra altındaki yorganı itinayla kaldırıp
çarşafın üstünde ilerleye yastıkların altına girip uyudu mışıl mışıl
eh üstünde sırasıyla yastık,yorgan,örtü olduğundan
ses,gürültü vs.den oldukça korundu...
feriş, hem matkap sesinden tırsıp ,hemde merakına yenilip
tüm tesisat aşamasında ortada olduğundan,
geceleri kabus görür oldu...
kediler rüya görür mü şaşkınlığındakilere anlatmam mümkün değil ,
ama ,şaşırmayanlar hemen anlamıştır...

derin uykuda uyurken...
bir bakıyorum patiler titremeye başlamış,
bıyıklar ayrı telden oynuyor...
kalp atışı nefes alış verişi hızlanıyor
ağzını bile açmadan derinden homurduyor...
mırıl mırıl burnunun dibine girip, gıdısını okşayıp ismini söylüyorum...
yavaş yavaş sıyrılıyor kabustan
gözlerini açıp beni görünce
önce, şaşkın şaşkın bakıyor etrafa
yok işte ,bölgesine girmiş kedi-köpek-insan
bir mutluluk başlıyor o anda
mırlaya mırlaya kucağıma çıkıp kıvrılınca ,anlıyorumki
evet bu bir kabusmuş...

tüyap'ın ardından


sabah erken çıktık yola
1 saatte gideriz herhalde diye düşündüysemde...
ne metrobüsün avcılardan sonraki yapım çalışmaları bitti...
ne de caddelerdeki oto galerilerini kaldırmak uğruna son hızla yapılan oto-port'un yapım çalışmaları...
heryer olmuş köstebek yuvası...
engelli parkurda yol alır gibi...
birde üstüne kalabalığı ekle ,sonra tadından yiyeme...

bu kent bu göçle bu büyüme hızıyla ve çoğalmayla devam ederse haritamızda değişecektir...
bir gün gelecek
tüm illerin kent merkezlernin yer aldığı 2 şer 3 er km2 sembolik alanlar kalacak
gerisi komple istanbul olacak
dolayısıyla nerede yaşıyorsun sorusunu sorduğunda
herkes bir ağızdan istanbul diyecek...
ister mecburiyetten ister keyiften şu anda bu ülkedeki 81 il'in toplam nüfusunun 4 te 1' i
istanbulda yaşıyor...
olur olmasınada ,sevin bari yaşadığınız kenti...
''ayy kardiş mecburiyetten burdayım ,aslında nefret ediyorum istanbuldan''
cümlesi gına getirdi artık...

tüyapta stand açmakta ,okur olarak gezmekte sıkı mesai gerektiriyor...
civardaki halkda bunun farkına varmış sonunda
etraf 1 hafta -10 günlük eşyalı odalar pansiyonlarla dolmuş..

avcılar civarında çantamdan davetiyeleri çıkarıp saymaya başladım
''kaç tane'' dedi ekselans...
__32
==napacan onları
==bilet kuyruğundakilere 5 liradan satıcam...
yan gözle baktım cüzdanda para arıyor,hee işte beklediğim an..
2 tane 100 lük verdi
==al bu parayı ,davetiyeleride bilet kuyruğundakilere hediye et...
==tamam

bu konuşma istisnasız her yıl,avcılar civarında tekrarlanır...
bazen 150 bazen 200 kâra geçerim...
o,benim ciddi ciddi gidip bilet kuyruğundakilere davetiyeyi satabilme ihtimalimi ve potansiyelimi
düşünüpde yorulmamak için, çıkarıp parasını verir...
ben ,son derece ciddi bir surat ifadesiyle büründüğüm,
'pabuçlarımın tüccarı' tavrımdan zerre ödün vermeden,
verdiği parayı ,gökyüzünden kafama yağmışcasına mutlulukla karşılarım...
fuarda o paranın kaç katını harcarsam harcayayım...
o 200 lira var ya, o 200 lira...
beleş kitap almışım gibi keyif veriyor bana
saçma evet ,ama böyle...

imza günü düzenlemek iyi birşey elbette...
meraklısı zahmetsizce ulaşır okuduğu kitabın yazarına...
ancak ,yazarın kitabını satması o kadarda iyi değil...
mesela...
standı geziyorsun tesadüfen bir kitap alıyorsun eline...
yazarı ilk defa duyuyorsun
kitabın konusu hakkında hiçbir bilgin yok...
inceliyorsun
ki
alıp almayacağına karar vereceksin...
stand görevlisi yanında bitiyor
kitabın ''muhteşem'' olduğunu
yazarının ''tamda işte şurda'' oturduğunu hemen imzalayacağını söylüyor...
stand görevlisinin işaret ettiği ''işte şurada''ya baktığında
elinde kalem gülümseyerek umutla sana bakan yazarı görüyorsun...
yazar içinde, okur içinde kötü bir durum
konu ya da dil sarmayıp almasan yazarın hayal kırıklığı...
incelemeden alsan belkide senin hayal kırıklığın olacak...
incelemeyi kesip gitmek istersen ''küçük emrah'' bakışlarıyla karşılaşman an meselesi...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

stand elemanları daha özenli seçilmişti bu yıl
dün gömlek satarken, bugün kitap satanlar azalmış...
kitabı tanıyanlar çoğunlukta...
gelen okullarsa canından bezdirmiş bütün çalışanları
haklılar yerden göğe...
incelemek,seçmek,karar vermek için...
kitap ,biraz sukunet ister...
en büyüğü 10 yaşında okullar dolusu çocukla sukunet sağlamak zor...
8 günün 1 günü onlara ayrılsa,onlarda dilediği gibi gezse,okurlarda...
mesela aynı tüyapta banyo malzemeleri fuarına git...
sessiz sakin rahat rahat gezersin...
kitap için gittiğinde kendi sesine yabancılaşıyorsun...
var bir yerde terslik...
dahada beteri bir ter kokusu kaplıyor ki tüm salonları öyle böyle değil...
sanırsın yanında yörende koşuşturanlar 7-8 lik veletler değilde
iki ayaklı kokarcalar...
boyuttaki görevli,
''anaları babaları yıkamıyor mu bunları'' diyince...
öbürünün cevabı evlere şenlikti...
''burdan yola çıkıp ana babanın kokusunuda sen tahmin et''

ahmet şık'ın içerde olmasının müsebbibi olan taslak kitap...
ismi değiştirilerek basılmış...
dakkada bitti tabi...
3-5 güne kadar kitapçılara gelir zannediyorum...
ne akla hizmetse 1000 tane basmışlar kitabı...
abuk sabuk sayıklamaların toplandığı kitapları 3000 basıpda bunu 1000 tane basmak ilginçti...

şaka maka km.lerce yol yürüyorsun fuar alanında...
otopark,salon ve kahve-sigara içmek için çıktığımız atrium arasında çok sağlam mesafeler var...
kahve molası verdiğimde
tepe tepe kullandığım ayaklarımın ne çok yorulduğunu düşündüm bir an ...
düşünmekde yeter,farkında olmak şükürde olmaktır...
en azından ben böyle hissediyorum...

çok güzel kitapları gayet iyi indirimlerle aldım...
zaman zaman paylaşırım...
kötü tarafı ,şimdilik kolilerde duracaklar...
kütüphanede artık tek kitaplık yer bile kalmadı...
aylardır böyleydi ama üst üste koyup idare ettim...
zaten bir şeyi idare etmeyeceksin...
sorun çıktığı anda ,sonucun ne olacağını tahmin edebiliyorsun...
ve o sonuca ulaşana kadar geçirdiğin oyalandığın''idare etme''zamanı,genellikle kaybolan zamandır...
çünkü son cümle hiç değişmez''keşke daha önce yapsaydım''
standartlardan özel tasarımlara kadar bir çok ürüne baktıysamda olmadı...
çizim dehası olduğunu iddia edenlerin tasarımları ise,
en az malzemeyle en çok ürünü ,en pahalıya nasıl mal edebilirim çabası...
sonuç:
balık osmanda lakerda -rakı eşliğinde başladım kendim çizmeye...
ölçeklendirmeyide tamamladığımda biter bu iş...

tüy



29 ekim geçti
bayram geçti
10 kasım geçti
sonra birkez daha deprem oldu
yine van da oldu
bi bakan
''van en güvenli ilimiz şu anda ,çünkü fay kırıldıı,enerji neyin boşaldı bi daa bişicikler olmaz''
dedi
bu açıklamayı yaptığına göre ,jeolog ya da jeofizikçi olduğunu sanıyordum
değilmiş van 5,6 yla sallanınca fena madara oldu...
ama önemli değil bu ülkede herşey olunuyor bir tek rezil olunmuyor...

deprem bahanesiyle 29 ekim kenara koyulmuş olsa da...
10 kasıma birşey olmadı...
trafik durdu
arabadan indik 9 u 5 geçe
yoldan geçen 2 turist, bir anda duran insanları görünce afalladı...
yürüseler mi dursalar mı...
soru sormak istiyorlar belli
ama gözgöze gelebildikleri kimse yok
herkes ileri bakıyor
eskiden yere bakmamız öğütlenmişti...
zamanla kendin buluyorsun nereye bakman gerektiğini...
hayırsever bir taksici kısaca ''Atatürk '' dedi...
ellerini kalplerinde kenetleyip anında durdular...
bunu anlamsız bulan,hafife alan,karşı duranları anlamak ,
en çok 10 kasımlarda mümkün...
düşünsene gittiğinde, bu milletin arkandan zil takıp oynayacağına eminsen...
elbet karşı durursun 73 yıl sonraki saygıya...
anca rasyonelleşiyordur kafa içi basıncı...

anneannem anlatırdı çocukmuş o zamanlar
padişah vapura konulup sürgüne giderken, halk ellerinde defler,davullar
bunu bulamayanlarsa bir değnek bir tenekeyle sahile dizilmiş...
''teneke çaldılar padişahın arkasından'' derdi anneannem...
niyeyse pek bi hayıflanmışlar sülalece...
tuzu kuruymuş herhalde bizimkilerin...
bunu resmi tarih;
''padişahın bindiği gemi ,sahilden ayrılana kadar
halk gözyaşları içinde ardından mendil salladı''
kıvamında ağdalandırarak anlatır...
peki ,tenekeyi mendil olarak algılayan zihin
bunu yazarak aktarmakta sakınca görmeyen vicdan bitti mi sanılır...
yoo
uzadı ,kısaldı ,kılık değiştirdi ama günümüze kadar taşındı...
veriyorsun parayı ,o da yazıyor...
ne mi yazıyor...
sen ne istersen onu yazıyor ,sen ne istersen onu konuşuyor...

sokaktaki can'lara bir kap su,birazcıkda yemek verirsiniz değil mi

adamın biri var
4 kol çengi mubarek
biraz kazıyınca altından google enteli çıkıyor o ayrı...
iç siyasetten ,dış siyasete
ekonomiden,insan haklarına
depremden, uzaya
magazinden,din'e
her konuda yazıyor ,her konuda konuşuyor...
bağıra bağıra
ağzından tükürükler saça saça
berbat bir diksiyon ve sefalet derecesindeki artikülesiyle...
en son gördüğümde spora el atmıştı ,bilemem şimdi neyle iştigal eder bu zat-ı muhterem...
bi de tüy dikti bu özelliklerinin üstüne
gitti evlendi...
Allahım sen nelere kadirsin
sanırsın ikiziyle evlendi...
aynı diksiyon ,aynı sefil artiküle ,
aynı içler acısı cehalete ,pardon, google entelliğine sahip biriyle evlendi
şimdi ikisi iki koldan yazıyorlar bağırıyorlar...
para aşkına...

eskiden fransada tuvaletin olmadığı dönemlerde kral ve maiyeti
sarayın içinde uygun buldukları yerlere def-i hacet eylerlermiş...
bu da genelde kapı arkaları filan olurdu herhalde...
o dönemde kaz tüyü epey önem kazanmış...
hayır cancağızım hokkaya batırıp yazmak için değil...
def-i hacet'in kuruyanlarına batırıp pencereden dışarı atmak için...
yani sefil halkın yaşama taklidi yaptığı yerlere...
tüy dikmenin aslı astarı fistanı yani...

bu ülkede her tür duygulanımı gün içersinde peşpeşe yaşayabilirsiniz
öfke,üzüntü,sevinç,kızgınlık,neşe,mutluluk,mutsuzluk
güven,korku,endişe,huzur...bu gider böyle...
bir tek şeyi yaşamazsınız...
can sıkıntısı...
hani vardır ya canı sıkılan tipler...
rahat'ın battığı...
''ayy yapacak hiçbişii yok,ayy canım çook sıkılıyor''
diyen, mızır mızır, aygın baygın
insanda, yakasından tutup silkeleme isteği uyandıran tipler...
işte öyle bi can sıkıntısı yaşamazsınız...
düşünsene gölcükten deniz otobüsüne biniyorsun ,karamürselde inmek için...
bi bakıyorsun silivridesin...
niye...
suyu bardakta gören bir sivrinin korsancılık oynaması yüzünden...
fırsat mı var can sıkıntısına...

ve soğuk...ve karanlık



Yıllar önce anlamakta güçlük çektiğim temennilerden biriydi
''Allah acısını unutturmasın''
bir aile büyüğümüz ,anneannemin/babamın ardından söylemişti...
anlamadığımı farkedincede açıklamıştı...

şehitlerin ardından donup kalmışken
erciş depremiyle bir kez daha hatırladım bu temennideki derinden gelen sakınmayı ,kollamayı
bu bir doğal afettir
veya değildir...(teslayı yazarken dilerim bulunmamıştır diye bitirdiğimi hatırladım şimdi)
henüz kayıpların tam sayısını veya yaralıların sayısını bilmiyoruz...
bir ihtiyaç listesi henüz yok...
yinede hazırlıklı olalım
önümüzdeki süreçde ilçelerde yardımın toplanacağı noktalar oluşacaktır...
ilaç-kuru gıda-giysi vb.

99 depremine dinci basın -dindar değil ,dinci-karanlığını yansıtmıştı...
şimdide gördüğüm kadarıyla ırkçı basın yansıtıyor o karanlığı...
99 depreminin felaketinden sonra yaşananlarda felaketin son noktasıydı...
dilerim bu sefer yaşanmaz herkes gereken dersi çıkarmıştır
diyeceğim ama
ercişte ekmek karaborsaya düşmüş bile...
bunu önleyelim...
yapabiliriz
kuru gıda,battaniye,giysi,konserve her ne gelirse elden...

hem şehitlere hem depremde kaybettiklerimize rahmet olsun...
ama
o rahmetki sanırım en çok geride kalanlara gerekendir bundan sonra...

sn: şişli belediyesi,pendik belediyesi yardım toplamaya başlamış...

balkon sesleri



bir sıçrarsın çekirge iki sıçrarsın çekirge
peki 3.de ...

yağmurlar başlamadan çok önce erken biten bir iş gününün ardından
balkonda bir iki yere dokundum
dışarı astığım bir kaç saksıyı koli bantıyla sabitledim...
sonra yüklükten balkon duvarının üstündeki demir korkuluğun boyasını buldum...
bandı boyadım aynı renge...
süslemeden olur mu hiç
renkli ojelerle çiçek böcek çizdim koli bandının üstüne
bu boyamalar süsler püsler öyle kolay çizilmiyor
çünkü tepe aşağı sarkıp tersinden çalışıyorsun
yani masaya bir a4 kağıt koyup ters çiçek çizmek gibi düşünün
çiçeği aşağıda ...
sapı yukarda gibi

yinede başarıyla bitti
hani hep söylerim 'balkonlar ardiyeye çevrilmese ve göz zevkim bozulmasa' diye...
işin özü ters durup boyadığım bu saksı güvenliğini ben asla karşıdan göremeyeceğim...
dolayısıyla ancak komşular görecek...
peki ben komşuların göz zevki için mi yapıyorum bunları...
yoo
dağın başında tek ev olsaydım yine aynı özeni gösterirdim...
felsefem şu...
kendimize gösterelim özeni ve varsın birileride bu özenden karınca kararınca beslensin...
sonuçta bu özen nasıl olsa yansıyacaktır...
kendine özen göstermeyenin başkasına gösterdiği özen samimiyetsiz gelir bana...
belkide bu yüzden kendini sevmeyen insanın
başka insanlara ,çoluğa çocuğa,hayvana,doğaya duyduğu o peek çook derin sevgi...
derinden gülümsetir beni...
neyse...

koli bandı iyidir hoşturda
ucu kaybolmamalı
o yüzden 2 cm ini terse çevirip yapıştırdım ,balkondaki sehpaya bıraktım...
öyle işte aldığın eşyayı işi bitince aldığın yere koymaki
bütün ev tez zamanda fare yavrusunu kaybetse bulamayacağı kıvama gelsin...

biraz badem çıkardım zulamdan
sonra taze antep fıstığı
bu taze antep fıstığının en muhteşem tarafı tadından çok kokusudur...
kavrulanı tüketmeye alışkın olanlar bu kokuyu bilmez...
çünkü kavrulma işleminde koku gider...
tarifde edilemez baharlı hoş ve çok güzel bir kokudur...
bu ikiliyi bir tabağa aktardım
ve elbette
kahve konyak hazırladım...
tek kulaklık takıp bi cd taktım müzikde tamam...
çift kulaklık takmam için evde gereğinden çok insan ve gürültü olması lazım...
onun dışında yolda yürürken,sahilde,gemide,yalnızken evde hep tek kulaklık...
tek gözüyle uyuyup tek gözüyle etrafı kesen tilki mi kaçtı içime ne...

balkon güzelleştirme yorgunluğumun üstüne müthiş iyi geldi bu keyif...
baktım korsiyle feriş balkon sedirinde derin uykuda
1-2 yemek meze hazırladım
akşama doğru yavaş yavaş sofrayı kurmaya başladım...

sokaktaki can'lara bir kap su,birazda yemek verirsiniz değil mi...

birses duydum balkonda mekanik gibi...sürtünme gibi...
korsiyle ferişe baktım hani bi yere baksınlarda yer göstersinler bende oraya odaklanayım diye...
bırak yer göstermeyi patilerini sallaya sallaya rüya görüyorlar...
derken saksıdan saksıya binkkk dedi sıçradı çekirge...
renk skalası çok geniş bunların
yeşilden kum,toprak rengine kadar her ton mevcut...
benimki nasıl güzel bir çimen yeşili
üzüldüm...kedisi,kargası,duvarda tavanda gezen kertişleriyle bu ev tuzak gibi bu çekirgeye...
de işte
1 saat sonra balkona çıktığımda aklımdan geçen tuzaklara değilde...
koli bandının kıvırdığım ucuna yakalanmıştı...
Allahtan karga filan gelip ikindi kahvaltısı niyetine yememiş...
aldım bandı masaya
çekirge tutsak bana bakıyor, ben çaresiz ona bakıyorum...

napılırki buna ...
böcek işte sonuçta
böcek uzmanıda değilim
kafasına bi terlik indirmek çözümsüzlüğün çözümü gibi dursa da...
yapamam
bi cesaret çekirgeyi tutup çeksem o ip gibi bacakların kopup bantta kalacağı
gövdeninde elimde kalacağı çok açık
yinede birazcık denedim ı ıh olmuyor...
bantı ve çekirgeyi alıp korsiyle ferişin veterinerine gitsem
adam ya kalpten gider ya da kafasına huni geçirip sokaklara fırlar...
sebebi olurum neme lazım

çay tabağına ılık su koydum içine biraz saç kremi
bandın çekirgeli kısmını kesip tabağa bıraktım...
bi tahta çubukla hafif hafif yüzdürmeye başladım
bu arada boş durmadım tabi çekirgenin rontgenini çektim
gözü nerdeymiş ,kaç bacağı varmış
kafasını sevince tepki veriyor muymuş...
hayvan can derdinde sanki çok umurundaymış gibi kafasının sevilmesi...

çözüldü yavaş yavaş yapışkan
çekirgeyi sudan çıkarıp ayakları kurusun sonrada gitsin diye sehpanın örtüsüne koydum...
ı ıh gitmiyor yakından bakınca ayaklarını tek tek kaldırıyor
ve ayaklarında kalan yapışkan ,ağ misali gözüküyor
ne çözer
alıp geniş bir saksıya bıraktım...
benden buraya kadar...
gerisini toprak çözer...
en azından toprağa yapışmayacaktır ayağı anteni ...

yapışkanlı ayaklar topraklandıkça onları birbirine sürtüp
sonrada tek tek ağzına götürüp
temizlediğini gördüğümde küçük dilimi yutuyordum nerdeyse...
temizlik bittiğinde o zıplamaya başladı...
bende ardından saymaya...
1
2
......
....
...

u dönüşü



üşütmeyen rüzgarı ve kavurmayan güneşiyle İstanbul kendine geldi...
ve bende
mümkün olsada sarıp saklasam bu havayı...
bir sürü olayın peşpeşe eklenmesi sayfamdanda uzak kalmama neden oldu
aslında kollanıp saklanması gereken sadece hava değildi yorumlarda vardı...
önceki yazının yorumlarını yayınlamaya çalışırken eski/yeni tıkladıklarım uçtu elimden...
okuduktan sonra uçsaydı hiç değilse aklımda kalanlara cevap verirdim
ama okuyamadan gitti...
2-3 yıl önce iş için kullandığım mail kutumda yapmıştım böyle bir saçmalığı...
tamamen benim hatam o yüzden emek veren dostlarımdan-okurlardan özür dilerim...

her yıl bu mevsimde mutfağa ait işlerim olurdu...
dondurucuya koyulan bezelyeler,barbunyalar gibi...
pişirerek ya da kavurarak dondurucuda saklamadığımdan bir kaç sebzeyle sınırlı olurdu...
bu yıl barbunyayı kuru tüketmeye karar verdim...
bezelyeyi ise çok tüketmediğimizi görüp vazgeçtim...
bunların yerine dağlar ardı uzakta bulduğum yerli mısır stokladım...
akıllıca tabi...
artık bütün kış çayını çorbasını mı yaparız...
yoksa z.yağlısını mı icat ederiz...
veya alıştığımızdan vazgeçmeyip oturup kemirir miyiz bilemem...

3-5 kavanozda reçel olsun hiç değilse diye dün kızılcık ve vişne aldım...
vişne çok güzeldi o yüzden reçel olamadan yedim
neyseki kızılcık her ne kadar anneannemin yaptığının lezzetinde olamasa da sonunda reçel oldu...
kış hazırlığımız tastamam...
bir yanda mısır koçanları öte yanda reçeller...
yıkılıyoruz uyumdan

bu sabah ise banka tavafıyla başladım güne
ödemeler elbette...
biriktirip biriktirip bankaya para yatıranlar ve onların yaşadıkları çağlar
şimdi cilalı taş devri kadar uzakta...
ee takdir edersiniz ki
herkes çoluğunun çombalağının sünnetinde takılan altınları bozdurarak ihya olamıyor...
ezcümle ödeme turuydu...

sokaktaki can'lara bir kap su birazda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

sonra
fırsat bu fırsat hazır dışardayken
mahalledeki dükkanlarda kılık kıyafet baktım biraz...
eskiden mağazaların çoğunlukta olduğu caddeler,pasajlar,çarşılardan yapardım alışverişi...
bir kaç büyük mağaza hariç diğerlerinin ''gömlek olmadıysa bluz verelim''
ısrarlarından bunalırdım...
avm ler iyi gelmişti bu yüzden bana
sonra onlardanda sıkıldım...
kalabalığından,soğukluğundan
u dönüşüyle bu seferde mahalle dükkanlarına dönüş yaptım...
mahalledeki dükkanlar ,ilişkilerini doğru bir platformda tutarsan büyük kolaylık...
bir kaç görüşte ezberliyor senin tarzını stilini...
ölçünü biliyor...
sana uygun ürünler gelmişse...
ayırıyor...
üşenmiyor arıyor...

beğendiğim ve bedenine emin olamadığım malın bedenleri veriliyor
evde deneme olanağı sunuluyor...
böylelikle o hücre hapsi verilmiş gibi kabinlere girmek zorunda kalmıyorum...
başka bir marka yada mağazada beğendiğim ürün
benim ulaşabileceğim rakamın çok çok altında tedarik edilip
müşteri memnuniyeti çerçevesinde sunuluyor..
daha ne isteyebilirimki...
işte o ''nasıl olupda iş yapıyor bu dükkanlar bu sokak arasında''
diye merak ettiğiniz yerler
faaliyetlerini böyle sürdürüyor...
bakmayın siz yönetenlerin ''bakkal devri kapandı birleşip market olsunlar'' laflarına ...
herkes herşeyi söyler...

şimdilik azınlıktada olsa
uzun zamandır geri dönüş daha doğrusu öze doğaya dönüş var
hormonsuz gıdaya
gdo suz ürüne
organik malzemeye,mahalledeki dükkanlara...
bir yerden başlamak lazım...
şimdi doğrular manzumesi yazamasak bile...
hataları telafi etme zamanıdır belkide

einstein'ın
''3. dünya savaşında kullanılacak silahları bilmiyorum
ama 4. dünya savaşında taşlar ve sopalar kulanılacak''
öngörüsünü düşünürsek...
demekki gelecekte bir gün insanın bakkal devrini keşfetmesi bile yüzyıllar sürecek...

şaka maka koca bir eylül yazısız geçmiş
demekki birikenleri yazma-telafi zamanı şimdi...

mamut...




2-3 yıl önce cafede oturduğumuz günlerden birinde...
ki...
insan niye cafede oturur?
bişeyler yiyip içmek için
gelen geçeni etrafı seyretmek için
gelen geçenin oturanı seyretmesi için
gelen geçenin içindeki tanıdıklarında gelip masaya eklemlenmesi için...
aslında hepsi için
son günlerde sosyalleşme diyorlar bunada...
ve aktiviteden kabul edilir olmuş...
ilginç tabii...
sosyalleşmek cafede oturup geyik çevirmeye indirgendiyse
benden sosyali yok demektir....

neyse işte
2-3 yıl önce oturduğumuz cafede arkadaşın arkadaşı olarak eklemlenenlerden biri
olarak tanışmıştık musayla...

ilk tanıştığımızda arabayı çekmek için anahtarı isteyen garson mamutu izleyip
arabaya kısaca bakıp
''kaç km.de '' falan filan bi sürü soru sordu...
sonrada ''satıyor musunuz bunu'' demişti...
önce ''yoo'' dediysemde
sonra sanırım şöyle birşey düşünmüş olmalıyım...
araba öyle ahım şahım bişi diil...
herhalde elinde ya da bildiği daha iyi bir araba var onu söyleyecek önerecek...
hemen düzelttim...
''daha iyi bişey varsa satarız tabi '' diye...
o da
''yoo'' dedi...
__ben arabamı satıp yeni araba alıcamda onun için sordum...
''hıı''
filan demiş olmalıyım...
geçmiş zaman neylersin...

sonra masadaki herkese sordu
__satıyor musun...
kimse satıcı çıkmadı o gün için...
bense ilginç bulmuştum adamı...
ortada hiç bir arabada satılık ilanı tabelası vs.si yokken
sormuştu tek tek arabaları...
kimin aklına gelirki
veya
araba galerileri,otopazarları,gazete ilanları ne işe yararki...
yinede matrak bi adamdı
sanırım o yüzden
çok anlam yüklemedim...

üstünden aylar geçti yine karşılaştık...
satmış arabasını
ve arkadaşının kuzeninin arabasını almış...
aldığı araba kuzenin araba olunca
1 yıl önce matraklığından dolayı sokmadığım kategori geliverdi aklıma...
adam tecrübe üstadı...
hayır tecrübe etmiyor
tecrübeyi değerlendiriyor ranta çeviriyor...
ya çok saf
ya kolaycı
ya da bildiğin çakal...

laf lafı açtı anlattı tek tek
baharda evini satmış
abisinin bacanağının evini almış oraya taşınmış...
baharda satmış çünkü o zaman daha iyi para edermiş...
kış aylarında piyasa düşermiş...

iyii güzel...

geçenlerde bilmem kaçıncı karşılaşmamızda...
kaldığı yerden devam etti musa
__içinizde sarozda evi olan var mı
birbirimize baktık
ı ıh çıkmadı sarozda ev...
__yok dedik
__peki arsa var mı...
__geliboluda var olur mu...
__olmaz sarozda yok mu
__ee yok

masadaki hiç bir konuyu,espriyi,dönen dolabı,dedikoduyu,alımı satımı,
ölümü doğumu kaçırmamaya yeminli olduğundan...
masa civarından ayrılmayan garson mamut
hemen el koydu olaya...

__kızkardeşimin evi var orda

musa çekti yanındaki sandalyeyi
__otur mamut...

otururken başladı mamut sorulara
''kalmak için mi istiyorsun
hafta sonu için mi sezonluk mu
onlar orda şimdi ama haftaya dönerler zaten yılda 15 gün kalıyolar boşuna duruyor orda ev''

''ı ıh'' dedi musa kalmak için değil almak için arıyormuş...
evin yerini şeklini şemalini konumunu yapım yılını herbişeyini öğrendi
ekranda haritada da gördü yerini
döndü mamuta
''ara bakim kızkardeşini kaç para istiyormuş eve''
mamut bi heves çıkardı telefonunu aradı...
konuştukça suratı düştü...
yok...
satmıyor kadın evini barkını
hatta kiraya mirayada vermiyor...
seviyor evini...
''ben bi kolaçan edeyim etrafı bulurum sana ev
olmazsa veririm kardeşimin telefonunu ararsın sürekli belkide ikna olur dedi''
''akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini'' diyen hangi atamızsa kesin mamutu tanıyor olmalı...

sokaktaki can'lara bir kap su birazda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

aslında garsonun adı mahmut elbette
yani mamut filan değil...
bundan 20 yıl önce cafede ilk işe başladığında adını sormuştum
mamut dedi...
böyle isim mi olur dedim
ortasında ''h'' var dedi...
yani bu ''h'' yi kendi bile sonradan ilave ediyor...
çünkü adam kelime ortasında yer alan h harflerini yutuyor
ve yetmezmiş gibi ...
benim yazarken genelde kullanmadığım şapkayı o konuşurkende kullanmıyor...
tahta değil tata
veya
hâdi bey değil hadi bey
gibi...
uzun kelimelerde hepimiz attık pastahane pastane gibide
5-6 harfliler sağlam duruyordu hala
en berbatı ''kahkaha attım'' demesi oluyor elbette....
cümle ''kaka attım'' a dönüşüyor...
işte 20 yıl önce o gün ona ''mamut'' demeye başladım
öylede kaldı...

neyse...
musaya bir telefon geldi bu sırada
kankasınıda bize hediye etti jet hızıyla gitti...

yazılı olmayan 1. kuralımızdır
ortamdan ilk kalkan olmayacaksın
olursanda arkandan bik bik edildiğini bileceksin...
hayır efendim dedikodu filan değil...
masanın kadrolularının hepsi bilir eklemlenenlerde en kısa sürede öğrenir...
o yüzden masadan kalktıktan 3 dakka sonra ararız kalanlardan birini...
''tamam yeter sıkılmadınız mı konu değiştirin'' demeye...
boş atsanda dolu tutarsın...

kankasına döndüm...
__bu adamda tecrübe fetişi var üstelik fazla sağlamcı obsesif ve dırdırcı
__niye
__niyesi var mı yok kuzeninin arabası
yok teyzesinin dıdısının arazisi
yok tanıdığının oturduğu ev...
bu ne ya adam tanımadığıyla iş yapmıyor ve boş mülkle uğraşmıyor...
''kötü olsa onun olmazdı''mantığı var...
__sağlamcı ve obsesiftir doğruda dırdırcılığını nerden çıkardın...
__ne yani adam niye tanıdıkla iş yapıyor dışa açılmıyor sanıyorsun
emlakçıdan ev alsa evin patlayan kanalizasyonu için kimi arayacak
emlakçıyı arasa ''banane'' der
evin eski sahibini arasa suratına kapar telefonu
ama senden ondan bundan alırsa
her çıkan sorunda
tanıdıklık,arkadaşlık tanışlık hatırınada olsa bir muhatap bulacak...
ortalık gül gülistanken ev onun evi...
ortalık yangın yerine döndüğünde hep senin evin olarak kalacak...
__hmmm
__musanın sevgilisi var mı bu aralar...
__yok
__iyii Allah verede evlenmeye kalkmasa
__ne?? heee yokkk artık yaaa hahaha

bu söylediğimin üstüne masada kim varsa gülmekten çatlıyordu geçen yıl...
niye güldüklerini  anlamamıştım...

dün gece kankası aradı
__sedencim bizim musa var ya
__eee
__hee işte o evleniyor senin evi bilmediği için bana bıraktı davetiyeni
sana ben getiricem o da seni telefonla arayacakmış ama ''söyle dalga geçmesin '' diyor
__kimle evleniyormuş...
__şeyyy eee 10 senedir birlikte çalıştığı bi arkadaşı vardı
__eee
__işte kadın 3-4 yıl önce boşanmıştı kocasından...
__eee
__işte o mutsuz devrede bunlarda iyi anlaştıklarını farketmişler şimdide evleniyorlar...

yazılı olmayan 2. kuralımız
masadan ilk kalkanın ardından yapılan bik bik...
masada kalanlar tarafından
kalkana en kısa zamanda itinayla yetiştirilir...

sn:hayırlı,huzurlu ve mutlu bayramlar dilerim...

kertiş




2 senedir balkonda bir kertenkele yaşıyor...
nerden geldi
nasıl geldi
bi kolonisi var mıdır
yoksa yalnız mı takılır bilmiyorum...
severim kertenkeleleri çocukken yakalayıp kafasını okşayıp bırakırdık
o zamanlar niyetimizi bilmeyen hayvanın yaşadığı can korkusunu şu an düşünmek bile istemiyorum...

sonra sonra öğrendik tabi bazı türlerle uzaktan sevgiyle yaşamanın
herkes için daha iyi olduğunu...
balkonda yeterince ot-su-börtü böcek olduğundan rahatı yerindedir diye düşündüm...
fır fır ortalıkta gezmiyor
kullanılmayan saksıların durduğu yeri mesken tutmuş kendine...
geceden geceye ışık yanınca duvardaki ışığa gelen uçuşanları avlamaya çıkıyor...

korsiyle feriş zaten en başından beri umursamadılar
zıplamak,tırmanmak,uçma denemeleri tamam da...
ama tavanda gezmek ı ıh onlarıda aştı herhalde...
karga ailesine gösterdikleri tepkinin aynsını gösterdiler
yokmuş gibi davrandılar...

remziyeye mesken tuttuğu yeri gösterdim oraya hortumla sus tutmasın diye...
mantıklı kadın; kertenkeleye dinazor...
solucana engerek muamelesi yapmıyor...
ekselansada hiçbir şey demedim
çünkü kertenkeleye dinazor muamelesi yapması an meselesi...
nasıl olsa kertenkelenin avlanma yeri onun tam tepesinde ve arka kısmında kalıyor
otururken ya da yer içerken tavanlara bakmadığı sürece sorun yok...
bence korkuyor ve itiraf etmiyor...
ama kişinin beyanını doğru kabul edeceksek
sürüngen canlılardan hoşlanmadığını söylüyor...
say sayabildiğini yılan ,çiyan,solucan,sümsüm,kertenkele vs...
sanki bu hayvanların zıplayabilecek ya da uçabilecek özellikleri varda
onlar sürüngenliği tercih etmiş gibi düşünmek ilginç tabi...
neyse işte sonuçta söylemedim...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

kertenkeleye bir isim taktım...
ve
3 günde bir kıyı köşede örümcek kontrolü yapmaktan vazgeçtim...
acıkan kertenkele ilk iş örümcekleri yiyiyor nasıl olsa...
dün geceye kadar içim rahat 2 senedir oturuyordum...

dün balkonda yemek yerken ciklemeyle gıcırdama arası sesler geldi...
çaktırmadan gözümle etrafı tararken
ekseleans çoktan ayağa kalkmış sesin kaynağını arıyordu...
onun sırtını yasladığı duvarın tepesinde ise iki kertenkele birbirini kovalıyor
veya oynuyordu...
aynı anda gördük...
__aaa nurten
dedim
o gözlerine inanamaz şekilde baktı
__bunlar ne
__kertiş
__ne ne ne ??
__hani yani böle kocaya kociş diyorlar ya işte öyle ...aslında kertenkele
ama kısaca ve sevimli olsun diye kertiş...
__sırtımı yasladığım duvarda cirit mi atıyordu bunlarr...
__ara sıra...
__birde isim mi taktın bunlara...
__aa evett öndeki koyu renkli olan nurten onu tanıyorum
ama arkadaki açık renkliyi bende yeni gördüm...
__hepsini anladımda bu musibet hayvana halamın adından başka verecek ad bulamadın mı..
__hece uyumu olsun diye şeyettiydim...

ilk defa kertenkele sesi duymuş oldum...
nette baktım onyüzmilyon çeşidi var bu kertiş ailesinin
şimdi bu yeni gelen eskisinin partneri mi yoksa yavrusu mu
bizim balkon 3 vakte kadar kertiş istilasına uğrar mı uğramaz mı...

100 metre



sudaki arsenik
gıdadaki gdo
en bilinen markaların sahte üretiminde kullanılan metil alkol...
keneydi...domuz ,keçi gribiydi bunlar toplu olarak öldüremedi
hatta iktidarı,muhalefeti el ele verip onlar bile kahrımızdan öldüremedi
sonuçta kimsenin yapamadığını bu sıcaklar yapacak herhalde...
adınada doğal seleksiyon der geçerler artık...

daha kaç derece sıcağa dayanırki insan
veya yüzde kaç neme
cehennemin kapıları açık kalmış desem...
orda bile bu kadar nem yoktur...
tamam doğanın uyum kabiliyeti yüksek canlılarıyız falan filanda
kafamızı akvaryuma sokup yaşamayı beceremedik henüz...

en iç sıkıcısıda
bu sıcaklardan müthiş keyif alan enerji dolan bi tür var...
onlarıda yazdım aklımdaki çeteleye
sabah pür neşe kahkahalar eşliğinde yatağından kalkanların tamda yanına yazdım...
iki türlede hiç işim olmaz...
zerre empati kuramıyorum bunlarla...
yahu ben bu sıcakta oturamıyorum uyuyamıyorum yiyemiyorum deniz ılıksa onada giremiyorum...
şeytan sofrasının altındaki sahilden yarım saatte,sideden 3 saatte kaçtım...
kaçtım dediysem kaçıpda 2 saat sonra dönmedim...
bildiğin memleket değiştirmece...
bu sıcaklarda beni ben yapan ne varsa hepsini minimum seviyeye indirmiş durumdayım...
ama
gel gör ki kimi çöl güzelleri,yakışıklıları
hava limonata serinliğindeymiş gibi devam ediyorlar hayata...
kıyafeti tamamlamak için minisinin altında süet çizmelerle geziyorlar daha ne diyim...
üstlerinde şık duruyor diye ''ben sentetiğim'' diye bağıran bluzlar straplezler başörtüleride bonusu...
ne bileyim yazın pamuklu ipekli filanlı bişeyler giyilmez miydi...
ya da özellikle açık renkler güneş ışığını yansıtsın diye tercih edilmez miydi...

heryeni nesilde zekamız mı düşüyor nedir
demek atalarımızın atalarının ataları bizden daha mantıklı işbilir insanlarmış...
giydikleri,yediklerinin yanısıra
yerleştikleri araziler,yaptıkları evler...
topu topu 80-100 yıllık yapılara bile baksak...
son zamanlarda çevresine heyula gibi gökdelenler dikilmemişse...
hainler gelip dereleri nehirleri kurutmamışsa...
o evlerin sulak yerlerde...
mümbit topraklarda
yazın rüzgar alan kışın korunaklı olan biçimlerde konumlandırıldığını görürüz...
döşemesi ona göredir ...
kışın kalın ve koyu renk ,yazın ince ve açık renk...
önemli olan oturduğun kanape somya sedirin rahatlığı ve serin tutmasıdır...
konulan her bitkinin,taşın,örtünün hem güzelliği hem anlamı hem işlevselliği vardır...
pencere önlerine konulan fesleğenler aynı zamanda pencereden sivrisinek girişini engellerler...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi

ama pazarda satılır 3-5 liradır ithal bitki gibi olur mu hiç cancağızım
bitki dediğin en trend çiçekçinin en trend bölümünden alınır...
eve serpiştirilir...
yılda 2-3 kere aynı çiçekçiye bakıma gönderilir,avuç dolusu para verilir ki bitki olduğunu anlayalım...
öyle garibim fesleğen gibi hem mis kokacak
hem ayılana bayılana ferahlık verecek
hem ete salataya tat verecek
hem sinek kovacak
oooo
tabiki bilinmez kıymeti...

insan artık emek verdiğini değil en çok para verdiğini ve kendisini en çok yoranı seviyor...
mazoşizmin bu kadar yaygınlaşabileceğini söyleseler güler geçerdim...
geçti fesleğen sardunya arapsaçı kurdele devri
insanın bile en çok vızlayanı,en ağlak olanı,
en ''ben bilmem,hiç anlamam'' olanı
en elinden bi bok gelmeyeni makbulken...
kim ne yapsın 2 kaşık suyla yaşayan arapsaçını fesleğeni...
işte ataların atalarının ataları bilirmiş hakkaten işini...
evler kurarken,yerleşirken,döşerken bilinç varmış...

şimdi yazlık yapıyor adam...
triplex ve denize 100 metre
mıç mıç sitecilik tadındada değil açılmış biraz kalabalıklardan merkezden
ama denize 100 metre
iyii
güzell

bir eve bakıyorsun birde 100 metre mesafeyi tarayacak şekilde kendi eksenin etrafında dönüyorsun...
cıksss gözükmedi deniz...
ev iki tepenin arasındaki düzlükte değil çukura yapılmışki rüzgar müzgar hak getire...
güneş desen
bi tepenin ardında doğup öbürünün ardında battığından
yüzünü anca öğle vakti dik geldiğinde görürsün...
haklılar tabi kadife saten brokar her ne haltsa perdeler tüller eskimemiş olur...
ama yinede denize 100 metre...

evet hakikaten aç haritayı önüne ölçek metre vs...
100 olmasa da 300-400 metre...
ama sadece kuşuçuşu o 300-400 metre...
kuş musun 3-5 kanat çırpıp konacan
tavşan mısın tepelerden çukurlardan hoplaya hoplaya gidip denize atlayacan...
başlarsan insan insan yürümeye sağlam yarım saat...
biter mi bu garabet yarım saat 1 saat yürümeyle...

bitmez elbet...
evin kendi var bide di mi...
odada
en''ben burdayım'' dizaynında yapılmış şöminesi var ki içindeki müziksetine ev sahipliği etmekte...
bahçede barbeküsü bilem var o da aşk merdiveni bitkisine yuva olmakta...
banyo en afilisinden döşenmiş küveti ,ayaklı lavabosu seramikler arası pırıldak konturlarıyla..
tüm bunlara ilaveten
evin arka kısmındada 5 tonluk su deposu...
sor ki bu depo ne iş diye...
sor
çünkü su yok
kesinti filan değil
su şebekesi yok ,bağlanmamış...
5 vakte kadar bağlanır elbet...
yanısıra kuyu,dere,çay bile yok...

peki ya o ev?
eh işte sanırım ağaçları bitkileri susuzda yaşayabileceklerine ikna ediyorlar
her akşam küvete girip kuru temizleme yapıyorlar...
ayaklı lavaboyuda pisuvar olarak kullanıyorlardır...
100 metre he...


''yazın esen ,kışın korunan boş alan kaldı mı'' elbette can yakıcı bir soru...
ya da
''rüzgar hakikaten ferahlatıyor güneşse sarmalayıp ısıtıyor mu ''sorusu daha da acı...
rüzgar artık dev bir fön makinasından çıkan sıcak hava...
güneşse ısıtan değil ''bu insanoğlu kaç derecede pişer acaba'' diyen bir tanımsız...
dünya laboratuar...
bizde kobayız çoook uzun zamandır...

aslında...


bu ay kayda değer ne var diye baktığımda...
mesela iyiden iyiye dağılmış bir çalışma sistemim var...
bir kaç zorunlu ziyaret...
sonra...
tıkanmış bir kütüphane var...
kütüphane tıkanır mı...
tıkanır tabi
tek bir kitap dahi koyacak yeri kalmamışsa ve ilave yapılamıyorsa...
yapılabilmesi için bütün odanın şekli şemali değişmek zorundaysa tıkanmıştır...
tanıdıklarımın çoğu için çok keyifli olabilecek bu düzenleme ise benim için ciddi bir eziyettir...
herkesin kitap hırsızı olduğuna dair sağlam bir paranoya geliştirdiğimden...
bu işi angarya olarak sırtına yükleyeceğim ya da yardım isteyeceğim kimsede olmayacak demektir...

sonra...
muhteşem ahudutlarıyla cumalıkızık var...
iş için diye gidilip , postu serip uzunca bir süre kalıp...
sermayeyi kediye yükledikten sonra dönülen bir saklıcennet var...
bu mevsimde nasıl becerdiğimi bilemediğim solunum yolu enfeksiyonum zaten cabası...
yazın soğukalgınlığı oldukça sinir bozucuysa da...
iyi tarafı kendi derecen seni yeteri kadar meşgul ettiğinden havanın derecesi umurunda olmuyor...
ateşin yükselince üşüyorsun ,inerken terliyorsun...
eh hastalığın tablosuda yüksek ateş olduğuna göre millet terden bayılırken
ben 'sırtıma aldığım kazağı giysem mi acaba' diye düşünüyorum...
hiç de fena değil...

bu arada büyükpatronun uzaylı çevresiyle tanışma var...
pardon uzaylı arayan, dağ bayır ufo peşinde gezen çevresiyle tanıştım demek istemiştim...
hayır patron ne yaptıysa ikna edemedi beni tanışma yemeğine...
ancak bir kısmının çok sıkı galatasaraylı olduğunu ekselansa söyleyip
sonrada benim başıma sarması dengeleri değiştirdi...
''nolur yani gitsek''
derken...
aslında mealen şunu diyor...
masadaki muhabbeti futbol sahası ya da tribün kıvamına getirsek...
15 kişiysek 3 erli 4 erli farklı ilgi alanlarıyla farklı sohbetler oluştursak...
hepimiz aynı anda konuşsak
dolayısıyla birbirimizi asla anlamasak gibi...
uç noktalarda ilgi alanları olanların o alanın dışına fazla çıkmadıklarını
söylediysem de umursamadı...

futbola gönül verenlerin bu konudan asla sıkılmadığı...
ekrana yapışıp onyüzbinmilyonuncu defa verilen kaçan gol pozisyonunu seyretmelerinden zaten belli...
'bu şimdi seyircin zekasına hakaret değil mi' diye sorduğumda
cevap hep aynı...
''yoo niye olsunki çok zevkli''
len nesi zevkli fotofinishi bile ekrana iki kere verirler...
ki her zaman boy,yarım boy,kafa farkı olmaz at bazen burun farkıyla alır yarışı...
işte o burnu bile hepi topu iki kerede anlarsın...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

neyse tanıştık...
ne ''gözümün görmediğine inanmam'' tuhaflığım vardır...
ne de duyu gevşediği için göz kırpıp duran ampule anlam yükleme merakım...
burda aslolan ampulun göz kırpma nedenidir...
ampul bozuk olabilir...
devreyi kısa süreliğine kapatıp açan herhangi bir arıza söz konusu olabilir...
hepsi incelenir ve herhangi bir hata bulunmazsa
işte o zaman bulunur yüklenecek bir anlam o kırpmalara...

mesela...
tanışana kadar uzaylıların insanlara taktıkları çip iddialarını
televizyonlarda ilgi çekmek için söylediklerini düşünüyordum...
öyle değilmiş buna hakikaten yürekten inanıyorlarmış...
eğitimli öğretimli kibarlar...
ve demogoglar...
çünkü sorularla başları hoş değil...
yeterli cevapları yok...
hiçdeğilse biraz mola için yaptığım her atılım kendini uzayın bağrında buldu...
en son...
levrek marine mayonezin değilde hardal sosun yakıştığı tesbitim
mısır piramitlerindeki dünya dışı izlerle boğuldu...
takılmışlar bir kere
hani güzel bir müzik dinlerken cd nin hep aynı yerde takılması gibi...
yani tahmin ettiğim gibi oldu...
tanışma,yemek ,galatasaray hepsi hikaye...
amaç ufo taraftarı kazanmak...

bu fantastik uzay macerası bana yetmemiş olmalı ki...
diana gabaldon'un ''yabancı'' kitabıyla başlayan serisini buldum rafların birinde...
geçen yıl hediye gelmişti...
daha yeni sıra geldiğine göre...
kitaplarımdaki kargaşadan o seride nasibini almış demek...
yazarı daha önce okumadım...
konusu iskoçyada geçen bir efsaneymiş...
beğenirsem yazarım ayrıntılı...
ki beğensem iyi olur serinin herbir kitabı 800 küsur sayfa...
tatile kadar bitse bu efsanede...
tatilde kendi efsanemizi yazsak:)

enfes-i âsâr


koku'dan yola çıkmıştım bir önceki yazıda...
sonrada yan yol daha cazip gelmişti...
e napalım kedi-köpekli bir yoldu...
diğer deyişle...
fikir-zikirdi...

çok yıllar evvel...
-her sabah kahvaltı ettiğim ve kahvaltıda yumurta yediğim yıllar-
bir sabah yumurta balık balık koktu burnuma...
yemedim...
ertesi gün yine aynı şey...
tüm baskılara karşın yediremedi kimse...
evin içinde gereksiz bir yumurta problemidir sürer giderken ...
bir akşam haberlerde konu yumurtaydı...
efendim balıklı yemle besleniyormuş tavuklar ...
ve yumurtalar artık balık kokmaya başlamış....
bla bla bla...
tek kelime çıkmamıştı bizimkilerden...

eh tabi bu duyu ...
yanısıra tuhaf huy eklemlenmeleriyle geldi bugüne kadar...
bugün...
yiyeceğim kullanacağım herşeyi koklarım...
burnumuzu dayayıp koklamıyoruz herhalde...
ihtisas yaptık üstünde...
tarz yarattık di mi...
mesela...
tabak önüme geldiğinde çatala kaşığa yapışmadan önce beklerim...
içindeki yemeğin kokusu burnuma ulaşsın...
''ye'' yada ''yeme'' kararı çıksın...
gibi...

koklamayı gizlemek sanıldığından da önemli bir durum...
deneyin...
çoğu insan parfüm ya da çiçek haricinde koku alma duyusunun kullanılmasından rahatsız...
oysa koku ve tat bütünler birbirini...
işte bu yanlış anlaşılan ve uygulanan zerafet ...
ve
yaşam güvenliğimiz olan duyular arasında böyle bir gelgit ilişkisi her zaman vardır...
o yüzden ...
yaparım ama kamufle tamdır...
yinede annem kamufleyi delip geçen gözleriyle her zaman istisnasız sinir olmuştur
bu duruma o da ayrı...

elbette bu koku alma duyusunun keskinliğinin...
akıl-zeka -muhakeme vs. ile falan ilgisi yok...
hatta tam tersi güdülerle ilgisi var...
yani 5 duyunuzdan biri ...
diğer 4 duyuda kayıp olmaksızın ...
çok daha iyi çalışıyorsa...
-ki kayıp varsa diğerleri bölüşür gidenin görevini-
bunu bir zeka - akıl emaresi zannederek uluorta dillendirmeden önce iyi düşünün derim :)
unutmadan...
birde şunu ayırd etmek lazım...
var olan kokuyu öncelikle algılayıp akabinde tanımlamaktan bahsediyorum...
varolmayan kokuyu algılamak ise herhangi bir sorunun habercisi olabilir...
dr.a gidin...

mesela...
dalından kopardığım yeşil eriğide koklarım...
onunda kendine has bir kokusu vardır...
tadıyla bütünleştiğinde muhteşem bir lezzet olur...
eskiden domateslerde muhteşem kokardı çileklerde...
şimdi domatesleri çilekleri yerken ...
aklıma hep ...
edirnenin meşhurlarından olan ...
meyva biçimindeki sabunlar geliyor...
ha onu yemişin ha bunu ...
şu anda çarşıdan pazardan aldıklarımız mükemmel birer taklit ama domates değil...

mısır severdim ben eskiden ...
haşlanmış mısırın kokusu muhteşemdi benim için...
şimdi koku mısır kokusu değil...
ısırdığın anda ağzına gelende zaten mısır değil çamurumsu bir şey...
''hibrit akvaryum'' un bir kaç paragrafında belirttiğim gibi...
ne idüğü belirsiz tohumlarla yapılan üretimlerden kaynaklandı hepsi...
2 katı fiyata arılı domates satılır oldu bir ara...
arılar çiçeklenme döneminde döllenmeyi sağladı...
arılı domates yemek ...
doğal beslenme oldu...
aslında olamadı...
zannedildi...
herkesler pek bir memnundu halinden ,arılar hariç...
döllenmeyi sağlayan arılar domates çiçeklerine konduğunda öldü...
bilin bakalım niye...
sonra milletce arı peşine düştük...
''arılar giderse yaşam biter...
arılar nerdeee''...
diye...
vızlaya vızlaya...
hatırladınız di mi bu haberleri,feryatları...

ve bu arada...
kimi mısır zengini oldu kimi yumurta zengini...
cargil bin kaplan gücünde duruyor hala orda...
tohumlar nedeniyle göbek bağıyla bağladılar bizi bizden başka heryere...
üretim artacakmış...
niye ...
40 yıl önce aç mı geziyordu millet...
açlıktan ağaç kökü mü kemiriyorlardı...
herkese en az 3 çocuk yapmayı önerirken ...
tarımsal üretim kaçıncı plandaydı...
arada basit bir matematiksel formül vardır...
tabii ''yurt dışına ihraç edecez tüm dünyaya türkün adını duyuracazzz''
da...
derler demesinede...
sokağa çıkıp tabelalardaki isimleri okumayı akıl etmezler...

aslında asıl söylenilen...
bu gıdalardaki oynamaların altında tüm dünya nüfusunu doyurabilmek gibi
çoook ulviiii bir nedenin olduğu söyleniyor...
ne anlamsız...
bütün istatistikler gösteriyor ki...
dünyadaki üretim tüm dünya halkını doyurmaya yetiyor...
ama
açlıktan ölen insanlar hayvanlarda var di mi...
elbette var...
bir kesimin aç kalmasının tek nedeni ...
bir kesimin her anlamda haddinden fazla yemesi olmasın sakın...

yönetilenlerin bir kısmı ise hiçde zannedildiği gibi sütten çıkmış ak kaşık filan değil...
istanbuldaysanız...
şile,çatalca,ömerli ,gebze bir gezin bakalım...
istanbul dışındaysanız ve vaktiniz varsa...
anadolunun tamamını gezin...
bomboş işlenmeyen topraklar...
dönümlerce arazinin içindeki evlerde oturanlar...
maydanoz almaya markete gidiyorlar...
acı di mi....
o dönümlerce arazi bomboş ot bürümüş durur...
sahibi gider bir demet taze soğanı ,maydanozu marketten alır...
peki ...
tamamını ekip biçersen üretici ve satıcı olursan...
suyu...ilacı...gübresi...ürün kaldırması...nakliyesi...
zaten teşvikde yetersiz ...
kurtarmıyor...
bunu anladım
da...
2 dönüm toprak boş dururken marketden maydanoz almayı...
kendi yiyeceğin kadarını bile üretememenin aslını astarını kim anlatır ki bana...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

çok insanla konuştum bu konuda...
soruyorum...
__niye ekmiyorsun ...tamam satma ama hiç değilse kendi yiyeceğin kadarını ek...
bizim imkanımız yok biz doğal beslenemiyoruz...bari sen beslen...

el-cevap
__uğraşamıyoruz çok vakit alıyor....

çünkü...
bing bang e anti tez yaratmakla meşgul dangalak o yüzden vakti yok...
senin sana sahip çıkmadığın yerde...
ister yöneten ister yönetilen bir Allahın kulu gelipde sahip filan çıkmaz...

iyi bir şeyler yapalım...
kimse için değil kendimiz için...
kendine hayrı olmayanın kimseye hayrı olmaz...
eğer büyük kentlerde yaşıyorsanız daha çok kırsalın göçtüğü semtlerin pazarlarını ...
tercih edin...
oralarda...
doğal atadan kalma tohumla üretilmiş sebze meyvaları ...
arayın bulmaya çalışın...
bulmak kolay olmayacak...
ama bulunca...
kolay tanırsınız ...
o mis kokulu bazıları çarpık çurpuk domatesleri,mısırları biberleri
bu kadar çabuk unutmuş olamazsınız değil mi...
unutmayın doğa tek tip aynı boyda ve aynı ebatta çalışmaz ...
bulursanız onları alın....
biber domates,fasulye,mısır farketmez...
ve bulursanız elbette afiyetle yiyin...
ama hepsini değil...
çekirdek kısımlarını çıkarın mesela balkonun güneşli bir bölümüne koyun kurutun çekirdekleri...
köylerde aklı başında insanların elinde çok güzel muhafaza edilmiş tohumlar var...
ziyan edilmemesi gereken...

şimdi tamda bu noktada doğal tohumun ziyanı cinayetle eşdeğer...
bahçeyse bahçe...
yoksa balkonda ya bir kutuda yada portakal kasasında birazını yeşertin...
uğraşın...
bugün 1 domatesiniz olur...
yarın 3...
sonra 5...
inanılmaz keyiflidir...
göreceksiniz...
hibrit olmayan tohumlar üretilebilir ...
o yüzden çekirdekli kısımlarını yemeyin...
yine kurutun güneşte...
kuruduğuna emin olduğunuz tohumları
basma,patiska türü bir kumaştan yapılmış küçük torbalarda saklayabilirsiniz bir sonraki ekim için....

''yok artık birde altın saklar gibi kese mi yapacaz ''
demeyin...
altından daha değerli olduğunu inşallah hiç bir zaman anlamazsınız/ anlamayız...
çünkü anladığınızda...
acıktığınız zaman altının yenmeyeceğinide anlamış olursunuz...
buda sondur zaten...

su-toprak-tohum ...
bu üçlü sahneden çekildiğinde...
insan-hayvan farketmeden ...
biz canlı dünyasınada...
sahnede son selama çıkıp perdenin inmesini beklemek kalır...

bu nedenle
su gerçektende haktır...
''su haktır''diyene eşkiya demek ise olsa olsa akıl tutulmasıdır...

tüh tühh hemde tam seçim arefesinde...
hee seçim demişken...
bakalım ne olacak pazar günü...
hangi şarkıyı söyleyecek çoğunluk...
''beraber yürüdük biz bu yollarda'' mı diyecek...
yoksa
''sinemde kor olsan yanmayacağım
bin yemin etsen de kanmayacağım
seni hiçbir zaman anmayacağım
tövbeler tövbesi '' mi diyecek...

ben diyeceğimi demiştim...

o yüzden ağaçlarla devam edeceğim...
meyva yiyiyoruz hepimiz...
atmayın çekirdekleri...
olur yada olmaz ...
inanın bende bilmiyorum...
malta eriğinin çekirdeklerinden saksıya dikerek 16-17 fide yetiştirip...
bunları bahçesi olan arkadaşlarımın bahçesine dikmişliğim
ve 5 tanesinin başarıyla büyüdüğünü gözlemlemişliğim var ...
balkonda 1 metre boya ulaştırdığımda var...
hatta epey uzaktaki remziyenin köyünde malta eriğinin hiç tanımadığını öğrendiğimde
buradan çekirdek -fide gönderip...
köyle tanıştırmamızda var...
hepsi o kadar...

ama deneyebiliriz...
bir kağıt torba edinin ve yediğiniz tüm meyvaların çekirdeklerini oraya atın...
o kağıt torbayıda balkonun güneş alan bir kısmında tutun...
eziyet olsun diye değil bu öneriler ...
naylon torbada tutarsan küflenir...
güneşe değil mutfak rafına koyarsan sinek doluşur...
ister tema ve benzeri organizasyonların faaliyetine katılın bu çekirdeklerle...
isterseniz bireysel değerlendirin...
kıra...dağa...bayıra...pikniğe gittiğinizde...
minik minik çukurlar açıp ekin onları...

1000 tane çekirdekten 70 - 80 i tutar belki...
belki o 70 in 80 in sadece 30 u meyva verir...
belki bir vatan haini , şeytan-ı lain o 30 ağacın 29 unu bina yapabilmek için keser...
ama o kalan 1 tane var ya o 1 tane...

işte o'dur zaten ...
aslolan....
varolan...
sana yâr olan...
geleceğe enfes-i âsâr olan...

tali yol


koku alma duyum oldum olası iyi çalışır...
sanırım kedidir...
evet evet kedidir kedi...
yaşadığınız ortamı hangi canlılarla paylaşıyorsanız
karşılıklı birbirinizden etkileniyorsunuz demektir...
insanlar arasında oluyorda türler arasında niye olmasın...

koku alma deyince akla ilk köpek gelse de...
bu sadece insanoğlunun işine yarayanı kayırması...
kedinin koku /tad alma duyusunun ...
köpeğe oranla daha gelişmiş olması olasılığına karşı...
köpek;
iz sürer...
güvenlik güçleriyle birlikte çalışır...
ekip ruhu vardır...
lider tanır...
evde ,sokakta,işyerinde erken uyarı sistemidir...
eğitilebilir...
koku tanıtılabilir ve o da tanıtılanı algılar ,unutmaz , engeller,izini sürer...
ama içlerinde en önemlisi lider tanımasıdır...
unutulmuş olsa da zamanla aslında köpekler doğaları gereği sürü hayvanıdır...
ya kendisi alfa bir köpektir...
-ki alfa; liderlik ,baskın karakter,dominant 'ıda içeren genel bir kullanım -
diğer köpekleri sürüleri peşine takar yönlendirir
ya da sürünün bir elemanıdır...
ve lidere biat eder...

insanla beraberse ve o insan baskın karakterse insanın liderliğini kabul eder...
tersi olduğu durumlarda fazladır...
bakın çevrenize önde köpek arada tasma...
tasmanın gerisinde her an omzu çıkacak ,diski kayacakmış gibi
köpek gezdiren bir sahip varsa...
doğru okumamız şu olmalı...
köpek baskın karakter liderliği ele geçirmiş
zahiri sahip biat etmiş...
dolayısıyla köpek adamı gezdiriyor...
benimde can dostumun köpeği leo'yu ''görünürde'' gezdirirken...
''özünde'' onun beni gezdirmesi gibi...
aslında ikimiz müthiş keyifli zaman geçiriyoruz...
hatta döndüğümüzde...
''afferim oğlum gezdirdin mi Sedeni''
diye kahkahalarla gülmeleri bile kaçırmıyor keyfimizi...

kedinin koku alma duyusunun daha gelişkin olduğu olasılığına karşılık...
kedi milleti
yan gelir yatar...
çünkü eğitime isterse izin verir...
umurunda bile değildir...
kafasına göre takılır...
ekip ruhu falan yoktur ...
varolması içinde koyduğu şartlar ağırdır...
lider mider tanımaz...
evrenin merkezi kendisidir...
kimse umursamasa da
kendisinin evrenin merkezi olduğuna inancı tamdır...
o inanç normal koşullar altında asla ve kat' a yıkılmaz...
ve zaten
aslolanda inançtır...
gerisi fasaryadır...
ama en önemlisi
alfa olupda diğer kedileri sürüleri
peşine takıp sürükleme gayesi isteği yoktur ...

bazen insanı iyi tanımak için
doğa ve doğada yaşayıp giden
kimi bildiğimiz
çoğu bilmediğimiz
ama
izlerini gördüğümüz canlılar...
yani...
Tanrının diğer çocukları en önemli referanstır...

bu alfa durumu ,köpeklerde insana göre elbette düzdür...
sistem basittir
alfa ruhuyla doğmuştur...
dayatır davranışını ,yolunu , olmasını istediklerini...
karşısındaki diğer köpeklerden biri alfanın dayattığı yolu
yol benimsememişse...
varsa gücü ve püskürtmüşse alfayı...
geçer oturur liderlik koltuğuna
artık sürüde ondan sorulur ,yolda ondan...
ve artık
eski alfa ve...diğer köpekler için biat etme evresi başlamıştır...
ki
''kuyruğunu kıstırmak''
deyimi de burdan türemedir zaten...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

insanda
bu çetrefilleşir az biraz...
ama yinede 2 ye ayrılır
alfalar ve olmayanlar diye...
çakma alfaları saymıyoruz tabiiki...
onlar kolay tanınır cila tamdır ,altı pastır...
tınnn diye ses çıkarır...
3*5 tın tınıda buna inandırır peşine takar hepsi o...

bu noktada insanda ilgimizi yönelttiğimiz alfa olanlar olmamalı di mi...
çünkü onlardan çok var insanın yaradılışının yan etkisi gereği...
onları geçip...
alfa olmayanlara bakalım...

mesela...
olmayanları kendi aralarında 3 e ayırabilirim...
1. grup alfa olmaya niyetlenmiş sonra püskürtülmüş ve zorunlu biat etmiş olanlar...
ki ''ezik'' dediklerimiz genelde bunlardan çıkar...
''dişi dişi geçene''deyimide muhtemelen bu yüzden türemiştir...

2. grup doğaları itibarıyla zaten uyumlu olanlar...
ne alfalık iddiasında bulunmuşlardır ne de talepleri olmuştur...
sefa aracısı
-bak bu sefer kibarlığım tuttu -
veya hayatın tadını çıkarıyor dediklerimizde genelde bunlardan çıkar...
eskaza bir liderlik konumunda filan bırakıldılarsa zorla...
fırsatını buldukları anda kaçacaklardır...
bırakın geceleri ...
gündüzün bir saati yüzünüze bakarken bile
kalkanı,bodrumu,kaşı,
ayaklarında sandaletle bir duvarın üstünden gülerek bakacakları manzarayı hayalleliyorlardır...
uyumlulardır
sistemle sorunları yoktur
yaşarlar
doğayla,sistemle alfalarla ve diğerleriyle olabildiğince uyumlu...

birde bi 3. grup vardır
ki enteresan olanı budur aslında...
şimdi sadece kedidir desem bıraksam
belki en doğrusu olacak...
ama
en anlaşılmazı olacak...
insan kısmısındayız ya ondan olsa gerek...
bırakmayalım
3. grup...
alfa olarak doğup doğmadığını dahi önemsememiş gruptur...
dolayısıyla alfa olmak gibi bir gayesi ve gayreti asla olmamıştır...
ama en beteri
alfa filanda tanımaz...
yani
''bak sen şu terbiyesize''
denilerek parmak sallamayı seven o uzun kıvrık parmaklıların
en sevmedikleri gruptur...
laf aramızda sevimsiz taraflarıda vardır hakkaten...

yani öyle ilk görüşte aşk doğması için
sağlam bir aşık olma potansiyelinizin depolanmış olması gerekir...
mesela biat etmezler
ama
beterin beteri...
etmedikleri yetmezmiş gibi ...
kendilerine biat edilmesindende hoşlanmazlar...
işte bu nokta alarm verir...
çünkü alışıldık insan tanımlaması sarsılmaya başlamıştır...
mesela denemek için
''sen ne dersen o olsun'' ya da ''ne istersen onu yapalım''
filan derseniz
ve akabinde ters bir bakış ve nahoş bir cümleyle karşlanırsanız işte o bu 3. gruptur...
oysa
sosyokültürel açıdanda çıkmaz sokaktır burası...
çünkü tuzak gibidirler...
donanım birikim ve duruş olarak
peşinden gidilesidir bu grupa dahil insanlar...
ama
3 adım atarsınız uçmuştur elinizden...
ne kaldı elinde
hiç modeli...
bu gruptan 2-3 tanımı mümkün alt grup çıkarsa da...
ilk 2 sini boşverip 3. ye bakalım biz...

uyum abidesidir
ama kimle??
elbette kendiyle
ve doğayla
ve iç sesiyle
ve yaşamla uyum içindeki insandır...
merkezde kendisidir uyduda...
hani şahıs şirketi gibi
patronda kendisidir çaycıda :)
eh doğal olarak komşularıda diğer şahıs şirketleridir...
veya
kedidir...

aslında bu yazıya bambaşka bir şey anlatmak için başlamış olsam da...
ana yolun tamda yanındaki o dar ama çok sağlam yolun cazibesine kapıldım...
o da bir sonraki yazıda...