bu sitedeki yazılarımın....kopyalanması,çoğaltılması,yayınlanması 5846 ya göre yasaktır...

aslında...


bu ay kayda değer ne var diye baktığımda...
mesela iyiden iyiye dağılmış bir çalışma sistemim var...
bir kaç zorunlu ziyaret...
sonra...
tıkanmış bir kütüphane var...
kütüphane tıkanır mı...
tıkanır tabi
tek bir kitap dahi koyacak yeri kalmamışsa ve ilave yapılamıyorsa...
yapılabilmesi için bütün odanın şekli şemali değişmek zorundaysa tıkanmıştır...
tanıdıklarımın çoğu için çok keyifli olabilecek bu düzenleme ise benim için ciddi bir eziyettir...
herkesin kitap hırsızı olduğuna dair sağlam bir paranoya geliştirdiğimden...
bu işi angarya olarak sırtına yükleyeceğim ya da yardım isteyeceğim kimsede olmayacak demektir...

sonra...
muhteşem ahudutlarıyla cumalıkızık var...
iş için diye gidilip , postu serip uzunca bir süre kalıp...
sermayeyi kediye yükledikten sonra dönülen bir saklıcennet var...
bu mevsimde nasıl becerdiğimi bilemediğim solunum yolu enfeksiyonum zaten cabası...
yazın soğukalgınlığı oldukça sinir bozucuysa da...
iyi tarafı kendi derecen seni yeteri kadar meşgul ettiğinden havanın derecesi umurunda olmuyor...
ateşin yükselince üşüyorsun ,inerken terliyorsun...
eh hastalığın tablosuda yüksek ateş olduğuna göre millet terden bayılırken
ben 'sırtıma aldığım kazağı giysem mi acaba' diye düşünüyorum...
hiç de fena değil...

bu arada büyükpatronun uzaylı çevresiyle tanışma var...
pardon uzaylı arayan, dağ bayır ufo peşinde gezen çevresiyle tanıştım demek istemiştim...
hayır patron ne yaptıysa ikna edemedi beni tanışma yemeğine...
ancak bir kısmının çok sıkı galatasaraylı olduğunu ekselansa söyleyip
sonrada benim başıma sarması dengeleri değiştirdi...
''nolur yani gitsek''
derken...
aslında mealen şunu diyor...
masadaki muhabbeti futbol sahası ya da tribün kıvamına getirsek...
15 kişiysek 3 erli 4 erli farklı ilgi alanlarıyla farklı sohbetler oluştursak...
hepimiz aynı anda konuşsak
dolayısıyla birbirimizi asla anlamasak gibi...
uç noktalarda ilgi alanları olanların o alanın dışına fazla çıkmadıklarını
söylediysem de umursamadı...

futbola gönül verenlerin bu konudan asla sıkılmadığı...
ekrana yapışıp onyüzbinmilyonuncu defa verilen kaçan gol pozisyonunu seyretmelerinden zaten belli...
'bu şimdi seyircin zekasına hakaret değil mi' diye sorduğumda
cevap hep aynı...
''yoo niye olsunki çok zevkli''
len nesi zevkli fotofinishi bile ekrana iki kere verirler...
ki her zaman boy,yarım boy,kafa farkı olmaz at bazen burun farkıyla alır yarışı...
işte o burnu bile hepi topu iki kerede anlarsın...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

neyse tanıştık...
ne ''gözümün görmediğine inanmam'' tuhaflığım vardır...
ne de duyu gevşediği için göz kırpıp duran ampule anlam yükleme merakım...
burda aslolan ampulun göz kırpma nedenidir...
ampul bozuk olabilir...
devreyi kısa süreliğine kapatıp açan herhangi bir arıza söz konusu olabilir...
hepsi incelenir ve herhangi bir hata bulunmazsa
işte o zaman bulunur yüklenecek bir anlam o kırpmalara...

mesela...
tanışana kadar uzaylıların insanlara taktıkları çip iddialarını
televizyonlarda ilgi çekmek için söylediklerini düşünüyordum...
öyle değilmiş buna hakikaten yürekten inanıyorlarmış...
eğitimli öğretimli kibarlar...
ve demogoglar...
çünkü sorularla başları hoş değil...
yeterli cevapları yok...
hiçdeğilse biraz mola için yaptığım her atılım kendini uzayın bağrında buldu...
en son...
levrek marine mayonezin değilde hardal sosun yakıştığı tesbitim
mısır piramitlerindeki dünya dışı izlerle boğuldu...
takılmışlar bir kere
hani güzel bir müzik dinlerken cd nin hep aynı yerde takılması gibi...
yani tahmin ettiğim gibi oldu...
tanışma,yemek ,galatasaray hepsi hikaye...
amaç ufo taraftarı kazanmak...

bu fantastik uzay macerası bana yetmemiş olmalı ki...
diana gabaldon'un ''yabancı'' kitabıyla başlayan serisini buldum rafların birinde...
geçen yıl hediye gelmişti...
daha yeni sıra geldiğine göre...
kitaplarımdaki kargaşadan o seride nasibini almış demek...
yazarı daha önce okumadım...
konusu iskoçyada geçen bir efsaneymiş...
beğenirsem yazarım ayrıntılı...
ki beğensem iyi olur serinin herbir kitabı 800 küsur sayfa...
tatile kadar bitse bu efsanede...
tatilde kendi efsanemizi yazsak:)

enfes-i âsâr


koku'dan yola çıkmıştım bir önceki yazıda...
sonrada yan yol daha cazip gelmişti...
e napalım kedi-köpekli bir yoldu...
diğer deyişle...
fikir-zikirdi...

çok yıllar evvel...
-her sabah kahvaltı ettiğim ve kahvaltıda yumurta yediğim yıllar-
bir sabah yumurta balık balık koktu burnuma...
yemedim...
ertesi gün yine aynı şey...
tüm baskılara karşın yediremedi kimse...
evin içinde gereksiz bir yumurta problemidir sürer giderken ...
bir akşam haberlerde konu yumurtaydı...
efendim balıklı yemle besleniyormuş tavuklar ...
ve yumurtalar artık balık kokmaya başlamış....
bla bla bla...
tek kelime çıkmamıştı bizimkilerden...

eh tabi bu duyu ...
yanısıra tuhaf huy eklemlenmeleriyle geldi bugüne kadar...
bugün...
yiyeceğim kullanacağım herşeyi koklarım...
burnumuzu dayayıp koklamıyoruz herhalde...
ihtisas yaptık üstünde...
tarz yarattık di mi...
mesela...
tabak önüme geldiğinde çatala kaşığa yapışmadan önce beklerim...
içindeki yemeğin kokusu burnuma ulaşsın...
''ye'' yada ''yeme'' kararı çıksın...
gibi...

koklamayı gizlemek sanıldığından da önemli bir durum...
deneyin...
çoğu insan parfüm ya da çiçek haricinde koku alma duyusunun kullanılmasından rahatsız...
oysa koku ve tat bütünler birbirini...
işte bu yanlış anlaşılan ve uygulanan zerafet ...
ve
yaşam güvenliğimiz olan duyular arasında böyle bir gelgit ilişkisi her zaman vardır...
o yüzden ...
yaparım ama kamufle tamdır...
yinede annem kamufleyi delip geçen gözleriyle her zaman istisnasız sinir olmuştur
bu duruma o da ayrı...

elbette bu koku alma duyusunun keskinliğinin...
akıl-zeka -muhakeme vs. ile falan ilgisi yok...
hatta tam tersi güdülerle ilgisi var...
yani 5 duyunuzdan biri ...
diğer 4 duyuda kayıp olmaksızın ...
çok daha iyi çalışıyorsa...
-ki kayıp varsa diğerleri bölüşür gidenin görevini-
bunu bir zeka - akıl emaresi zannederek uluorta dillendirmeden önce iyi düşünün derim :)
unutmadan...
birde şunu ayırd etmek lazım...
var olan kokuyu öncelikle algılayıp akabinde tanımlamaktan bahsediyorum...
varolmayan kokuyu algılamak ise herhangi bir sorunun habercisi olabilir...
dr.a gidin...

mesela...
dalından kopardığım yeşil eriğide koklarım...
onunda kendine has bir kokusu vardır...
tadıyla bütünleştiğinde muhteşem bir lezzet olur...
eskiden domateslerde muhteşem kokardı çileklerde...
şimdi domatesleri çilekleri yerken ...
aklıma hep ...
edirnenin meşhurlarından olan ...
meyva biçimindeki sabunlar geliyor...
ha onu yemişin ha bunu ...
şu anda çarşıdan pazardan aldıklarımız mükemmel birer taklit ama domates değil...

mısır severdim ben eskiden ...
haşlanmış mısırın kokusu muhteşemdi benim için...
şimdi koku mısır kokusu değil...
ısırdığın anda ağzına gelende zaten mısır değil çamurumsu bir şey...
''hibrit akvaryum'' un bir kaç paragrafında belirttiğim gibi...
ne idüğü belirsiz tohumlarla yapılan üretimlerden kaynaklandı hepsi...
2 katı fiyata arılı domates satılır oldu bir ara...
arılar çiçeklenme döneminde döllenmeyi sağladı...
arılı domates yemek ...
doğal beslenme oldu...
aslında olamadı...
zannedildi...
herkesler pek bir memnundu halinden ,arılar hariç...
döllenmeyi sağlayan arılar domates çiçeklerine konduğunda öldü...
bilin bakalım niye...
sonra milletce arı peşine düştük...
''arılar giderse yaşam biter...
arılar nerdeee''...
diye...
vızlaya vızlaya...
hatırladınız di mi bu haberleri,feryatları...

ve bu arada...
kimi mısır zengini oldu kimi yumurta zengini...
cargil bin kaplan gücünde duruyor hala orda...
tohumlar nedeniyle göbek bağıyla bağladılar bizi bizden başka heryere...
üretim artacakmış...
niye ...
40 yıl önce aç mı geziyordu millet...
açlıktan ağaç kökü mü kemiriyorlardı...
herkese en az 3 çocuk yapmayı önerirken ...
tarımsal üretim kaçıncı plandaydı...
arada basit bir matematiksel formül vardır...
tabii ''yurt dışına ihraç edecez tüm dünyaya türkün adını duyuracazzz''
da...
derler demesinede...
sokağa çıkıp tabelalardaki isimleri okumayı akıl etmezler...

aslında asıl söylenilen...
bu gıdalardaki oynamaların altında tüm dünya nüfusunu doyurabilmek gibi
çoook ulviiii bir nedenin olduğu söyleniyor...
ne anlamsız...
bütün istatistikler gösteriyor ki...
dünyadaki üretim tüm dünya halkını doyurmaya yetiyor...
ama
açlıktan ölen insanlar hayvanlarda var di mi...
elbette var...
bir kesimin aç kalmasının tek nedeni ...
bir kesimin her anlamda haddinden fazla yemesi olmasın sakın...

yönetilenlerin bir kısmı ise hiçde zannedildiği gibi sütten çıkmış ak kaşık filan değil...
istanbuldaysanız...
şile,çatalca,ömerli ,gebze bir gezin bakalım...
istanbul dışındaysanız ve vaktiniz varsa...
anadolunun tamamını gezin...
bomboş işlenmeyen topraklar...
dönümlerce arazinin içindeki evlerde oturanlar...
maydanoz almaya markete gidiyorlar...
acı di mi....
o dönümlerce arazi bomboş ot bürümüş durur...
sahibi gider bir demet taze soğanı ,maydanozu marketten alır...
peki ...
tamamını ekip biçersen üretici ve satıcı olursan...
suyu...ilacı...gübresi...ürün kaldırması...nakliyesi...
zaten teşvikde yetersiz ...
kurtarmıyor...
bunu anladım
da...
2 dönüm toprak boş dururken marketden maydanoz almayı...
kendi yiyeceğin kadarını bile üretememenin aslını astarını kim anlatır ki bana...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

çok insanla konuştum bu konuda...
soruyorum...
__niye ekmiyorsun ...tamam satma ama hiç değilse kendi yiyeceğin kadarını ek...
bizim imkanımız yok biz doğal beslenemiyoruz...bari sen beslen...

el-cevap
__uğraşamıyoruz çok vakit alıyor....

çünkü...
bing bang e anti tez yaratmakla meşgul dangalak o yüzden vakti yok...
senin sana sahip çıkmadığın yerde...
ister yöneten ister yönetilen bir Allahın kulu gelipde sahip filan çıkmaz...

iyi bir şeyler yapalım...
kimse için değil kendimiz için...
kendine hayrı olmayanın kimseye hayrı olmaz...
eğer büyük kentlerde yaşıyorsanız daha çok kırsalın göçtüğü semtlerin pazarlarını ...
tercih edin...
oralarda...
doğal atadan kalma tohumla üretilmiş sebze meyvaları ...
arayın bulmaya çalışın...
bulmak kolay olmayacak...
ama bulunca...
kolay tanırsınız ...
o mis kokulu bazıları çarpık çurpuk domatesleri,mısırları biberleri
bu kadar çabuk unutmuş olamazsınız değil mi...
unutmayın doğa tek tip aynı boyda ve aynı ebatta çalışmaz ...
bulursanız onları alın....
biber domates,fasulye,mısır farketmez...
ve bulursanız elbette afiyetle yiyin...
ama hepsini değil...
çekirdek kısımlarını çıkarın mesela balkonun güneşli bir bölümüne koyun kurutun çekirdekleri...
köylerde aklı başında insanların elinde çok güzel muhafaza edilmiş tohumlar var...
ziyan edilmemesi gereken...

şimdi tamda bu noktada doğal tohumun ziyanı cinayetle eşdeğer...
bahçeyse bahçe...
yoksa balkonda ya bir kutuda yada portakal kasasında birazını yeşertin...
uğraşın...
bugün 1 domatesiniz olur...
yarın 3...
sonra 5...
inanılmaz keyiflidir...
göreceksiniz...
hibrit olmayan tohumlar üretilebilir ...
o yüzden çekirdekli kısımlarını yemeyin...
yine kurutun güneşte...
kuruduğuna emin olduğunuz tohumları
basma,patiska türü bir kumaştan yapılmış küçük torbalarda saklayabilirsiniz bir sonraki ekim için....

''yok artık birde altın saklar gibi kese mi yapacaz ''
demeyin...
altından daha değerli olduğunu inşallah hiç bir zaman anlamazsınız/ anlamayız...
çünkü anladığınızda...
acıktığınız zaman altının yenmeyeceğinide anlamış olursunuz...
buda sondur zaten...

su-toprak-tohum ...
bu üçlü sahneden çekildiğinde...
insan-hayvan farketmeden ...
biz canlı dünyasınada...
sahnede son selama çıkıp perdenin inmesini beklemek kalır...

bu nedenle
su gerçektende haktır...
''su haktır''diyene eşkiya demek ise olsa olsa akıl tutulmasıdır...

tüh tühh hemde tam seçim arefesinde...
hee seçim demişken...
bakalım ne olacak pazar günü...
hangi şarkıyı söyleyecek çoğunluk...
''beraber yürüdük biz bu yollarda'' mı diyecek...
yoksa
''sinemde kor olsan yanmayacağım
bin yemin etsen de kanmayacağım
seni hiçbir zaman anmayacağım
tövbeler tövbesi '' mi diyecek...

ben diyeceğimi demiştim...

o yüzden ağaçlarla devam edeceğim...
meyva yiyiyoruz hepimiz...
atmayın çekirdekleri...
olur yada olmaz ...
inanın bende bilmiyorum...
malta eriğinin çekirdeklerinden saksıya dikerek 16-17 fide yetiştirip...
bunları bahçesi olan arkadaşlarımın bahçesine dikmişliğim
ve 5 tanesinin başarıyla büyüdüğünü gözlemlemişliğim var ...
balkonda 1 metre boya ulaştırdığımda var...
hatta epey uzaktaki remziyenin köyünde malta eriğinin hiç tanımadığını öğrendiğimde
buradan çekirdek -fide gönderip...
köyle tanıştırmamızda var...
hepsi o kadar...

ama deneyebiliriz...
bir kağıt torba edinin ve yediğiniz tüm meyvaların çekirdeklerini oraya atın...
o kağıt torbayıda balkonun güneş alan bir kısmında tutun...
eziyet olsun diye değil bu öneriler ...
naylon torbada tutarsan küflenir...
güneşe değil mutfak rafına koyarsan sinek doluşur...
ister tema ve benzeri organizasyonların faaliyetine katılın bu çekirdeklerle...
isterseniz bireysel değerlendirin...
kıra...dağa...bayıra...pikniğe gittiğinizde...
minik minik çukurlar açıp ekin onları...

1000 tane çekirdekten 70 - 80 i tutar belki...
belki o 70 in 80 in sadece 30 u meyva verir...
belki bir vatan haini , şeytan-ı lain o 30 ağacın 29 unu bina yapabilmek için keser...
ama o kalan 1 tane var ya o 1 tane...

işte o'dur zaten ...
aslolan....
varolan...
sana yâr olan...
geleceğe enfes-i âsâr olan...