bu sitedeki yazılarımın....kopyalanması,çoğaltılması,yayınlanması 5846 ya göre yasaktır...

tozlu altın kafes



dışarda kahvaltı yapmaya başladığım zaman benim için bahar gelmiş demektir...
hernekadar mor salkımlarım sadece iki üç yerden filizlendiyse de alıştım artık,
bütün istanbulun mor salkımları geçmek üzereyken benimkilerin yeni çiçeklenmesine...
balkona biraz daha ilgi göstermem lazım,
çoğu kar zamanı dondu...
en üzüldüğüm adrasan'dan getirdiğim japon şemsiyesinin donması...
hoş ben mi daha çok üzüldüm yoksa feriş mi...
bir kutuda çimlenmiş arpaları ,
öbür kutuda buğdayları dururken feriş ısrarla bu japonu yerdi...
bana, günde 2 saat güneşle idare edecek,
ayrıca tırmanıcı,sarıcı özelliği olan çabuk büyüyecek bitkiler lazım...
yani önerilere açığım...

gece geç geldik eve...
merdivenleri çıkarken zihnimde sahneyi yarattım...
eşofmanlarımı giyip,civar köylerden gelen sütü yoğurt olması için mayalayıp...
sonrada bir kitap seçip ,kendime çağla ,konyak,kuru üzüm ziyafeti çekeceğim...
bak bunu çok seviyorum işte...
mesela bir sofrada süt ,peynir,lor,kaymak,yoğurt gördüğümde
süt'ün serüvenini ,katettiği yolları seyrediyormuşum gibi gelir...

aynı şey üzüm içinde geçerli...
bir tabakta bir salkım üzüm,yanında şıra,yandaki yağlığın 2. şişesi kesin sirkedir,
ortada şarap,
sehpada konyak yani iki kere rafine...
belki biraz pestil,biraz pekmez...
ve konsolun üstünde unutulmuş bir tabak kuru üzüm...
buda üzümün yaşam öyküsü...
dalından koparıp yersin
ya da serersin güneşe bırakırsın unutmaya kurutmaya
veya çeşitlendirirsin pestil,pekmez diye diye...
üzümünde insanında kaderi aynı yollardan geçer...
doğarsın
üstüne ekleye ekleye donanırsın,ışıldarsın
veya yapmazsın doğar büyür olgunlaşır sonrada karışırsın doğaya ,özüne...
konsoldaki kuru üzüm gibi
zihinde canlandırması kötü gibi duruyorsa da...
yinede üzümün en doğal en katışıksız serüvenidir kuru üzüm...
zaten kötü ne ,iyi ne?

üstelik tamda sarmal dönemlerden geçerken...
güzel çirkine ,çirkin şirrete
yoksulluk, sağılan ranta,rant güce
güç,zulme dönüşmüşken...
para; el kiri değil,yüzkarası olmuşken...
iyi ne kötü ne

gece kitap için epey bi oyalandım kütüphanenin önünde
eh geç vakit büklüm büklüm gelmişiz haneye
hawking'in ''büyük tasarım''ını okumak için yanlış zaman
balzac'n ''tuhaf öyküler''ini okumak için yanlış ortam
ayfer tunç'un yeşil perisini okumak içinse yanlış duygulanım...

sonunda
nazlı eray'ın kitabını çekince
tamam dedim ''tozlu altın kafes'' olabilir ,neden olmasın...
daha önce 2-3 kitabını okumuştum n.eray'ın...
fantastik kurgunun kraliçeliğini yıllardır açık ara önde götürdüğünüde bilirim...
ama benim keyif aldığım fantastik kurgu daha farklı olduğundan olsa gerek,
tüm külliyatına sahip değilim...
tüyaptan aldıklarımdan biriydi ''tozlu altın kafes''
bu sefer anılarını yazmış eray.
anılarını 60'lı 70'li ve 90 'lı yıllar olarak içiçe vermiş kitapta...

90'lı yıllar prof.dr. metin and'la yaptığı evlilik...
kitap ismini 90'lı yıllardan almış , en ilgimi çekende bu kısım oldu...
2008 yılında kaybettiğimiz metin and'ı tiyatro tarihi araştırmacılığında duayen olarak tanırız...
yanısıra yazar, performans, tiyatro, illüzyon sanatcısı
ve hukukçudur.

sokaktaki can'lara bir kap su,birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

kitapta evlendikten sonra yaşadığı evi bi tarif etmiş ki n.eray
gerilim ustalarını selâma durdurur...
gece yatmadan önce okuduğum gerilimlerden,
ne cornwellin yoksullar mezarlığı
ne gerritsen'in çırağı kaçırmadı uykumuda
bu ev tarifi başardı kaçırmayı...
çıktım yataktan ,bir kupaya kahve doldurdum ,kitaba koltukta devam ettim...
zaten uykuyla inatlaşmanın pek bi hayrını görmedim bugüne kadar...

ben koltukta kitabıma büyük keyifle devam ederken...
sırasıyla önce feriş kalktı ,uyum gurusu mübarek...
sanki az önce yatakta ışık gelmesin diye patileriyle gözünü kapamış mırıl mırıl uyuyan o değilmiş gibi...
önce biraz masamın üstünü karıştırdı ve son derece haklı bu karıştırmacada
çünkü en sevdiği oyuncağını çekmeceye kilitliyorum geceleri...
alt kattakilerde rahat uyusunlar diye...
sonra baktı hala gece modundayız , hafif yatar vaziyette oturduğum koltuğa çıktı,
kafasını boynuma yasladı ,gövdeyi göğsüme ve uyumaya devam etti...
en alışık olduğumuz okuma şekli bu olduğundan
konyak,çağla,üzüm üçlüm koltuğun dibindeki sehpada değil,yanındaki konsolda durur herzaman...
ardından ekselans kalktı...
gecenin belli saatleri arasında karanlıkta ve derin uykuda olmanın vızıttırı bi hormonun salgılanmasını
sağladığını anlattı...cık cıkladı...
sonra ışığın açısını beğenmedi lambayı düzeltti...
haklıymış,ışığa ulaşmak için kitabı kaldırıp durmaktan kolum uyuşmuştu...

n.eray bu kitabın ardından verdiği bir röportajda and'la olan evliliği için
''psikolojik şiddet gördüm''
demiş...
kitabı okursanız ayrıntıları oya gibi işlenmiş kitapta...

''şiddet'' dendiği zaman ister basında ister yanımızda yöremizde olsun,
bahsedilen genelde ''fiziksel şiddet''
oysa bunun birde psikolojik türevi var...
bu türevin
niye yankısı yok,neden daha fazla üstünde durulmuyor sorularının cevabı yine insanda saklı...
hani zatüre olunca dr. a gidersinde
kendini mutsuz ve keyifsiz hissettiğinde dr.a gitmezsin gibi...
biri sanki daha acildirde diğeri daha katlanılabilinirmiş gibi
aslında sadece...
birinin çığlığı duyulur,diğerininki ise büyük bir ihtişamla boğulur...

kitabı okuyarak sabahı buldum ve doğal olarak öğlene kadar uyudum...
sorun yok ,
çünkü bu hafta ısrarla nuh nebiden kalma yöntemle açık hesap çalışan büyükpatronun
geçmişten kalan alacaklarını alabilmek için müşterileri arıyorum telefonla...
ha sabah aramışım ha öğleden sonra...
değişen birşey yok...
cevap aynı
''çok özür dileriz,inşallah en kısa zamanda''