bu sitedeki yazılarımın....kopyalanması,çoğaltılması,yayınlanması 5846 ya göre yasaktır...

yalnızlık...






bir iki iş darıcadaydı bir süredir...
eskiden kocaeli'nin gebze ilçesine bağlıydı
bir zaman öncede ilçe oldu...
eski sevimsiz haline göre ...
derli toplu eli yüzü düzgün bir ilçe olmaya başlamış...
biraz daha uğraşılırsa sevimli bir balıkçı kasabası olması bile mümkün...
tabi akla
onca uğraşıp didinmiş ilçe olmuş bir beldeye rol model olarak
balıkçı kasabasını göstermen nasıl bir garabettir ?
geliyorsa...
eğer
içinde yaşayanlar ortalama insanlar ve sorunlarda ortalamaysa...
bir balıkçı kasabasını ilçeyede ilede tercih ederim belki ondandır
benim suçum değil bu tercihim...
etiketi olmadan
paraya bağımlı olmadan
bulunduğu konumda gelişemeyen
insanların ,mekanların ,kasabaların ,beldelerin suçu...

yorulduk
çay içmek biraz dinlenmek için meydandaki çınaraltı kahvesine gittik...
çınaraltı ismi , kahve,çaybahçesi ve lokantalarda çok yaygındır...
bu kentteki beyazıt ve çengelköy kadar meşhur olmasalar da tüm ülke genelinde yaygın bir isim...
gerek ve yeter şart bahçesinde ulu bir çınarın olmasıdır...
güzel yani
isimde güzel çınarda...
hiç değilse...
şu ülke genelinde hangi ile gitsem karşılaştığım ''istanbul caddesi'' ve ''kadıköy köyü'' gibi
anlamsız değil...

kahveye girerken kaldırıma konulmuş bir pelikan heykeli gördüm...
güzel yapmışlar gerçek gibi...
de
niye yapmışlar...
''darıca kuş cenneti''nin tanıtımı amaçlı mı acaba diye düşündüm...
hayvanat bahçelerine hiçde sıcak bakmadığımdan
bu darıca kuş cennetinede uzun zaman sonra gitmiştim...
o fotoğrafları bulupda yazsam yakın bi zamanda...

heykelin kafasına dokundum...
öyle...
biz dokunarak anlarız
basarak kontrol ederiz...
geçenlerde yazdığım gibi ''yeni boyanmıştır dokunmayın''
yazısına o yüzden her daim gülmüşümdür...
çünkü tercümesi ''dokunmadan geçme''olarak anlaşılır bizde...
o boya boyalıktan çıkana kadar dokunulur...
iyi bir huy mudur...
yooo
dokunma diyor dokunma işte...
olsa olsa iyi tarafı sadece...
''onlar yapıyoo...ben asla yapmam '' tarzından öte düşmektir...

ne diyorduk...
dokundum pelikan heykeline...
eee tüy bunlar
demeye kalmadan heykel canlandı gagayı açıp bir ses çıkardı ki
Allah Allahh
o ne yahu
adam boğazlıyorlar gibi...

yok yok...
o korku sandığınız bir adım geri sıçramam boş bulunmaktan kaynaklı...
üstelik bu 2.defa geliyor başıma
çok eskiden çocuk zamanlarda
beşiktaştaki deniz müzesine gitmiştik...
kapıdan girerken yeniçeri kıyafetleriyle kocaman pos bıyıklı elma yanaklı iki heykel dikmişlerdi...
ayaklarımın ucunda yükselip...
parmağımı uzatıp bıyığının ucuna dokunmuştum
o da burnunu oynatmıştı...
etrafımdakilere bakmıştım
''aaa canlıymış'' diye bir ilgi bir ilgi milletde
vazgeçmiştim buaaau diye ulumaktan...
canlıysa sorun yoktur tabi burnunu oynatıp göz kırpmasında...
ama
gerçekten heykelse ve sana göz kırptaysa asıl o zaman sorun...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

kahvenin sahibinden öğrendik pelikanın öyküsünü...
kanadından vurulmuş pelikan
12 yıl kadar önce...
avcılar vurmuş diye tahmin ediyorlar...
balıkçılarda bulmuş...
sahip çıkıp getirmişler yaşadıkları yere...
kanadını sarmışlar tedavi ettirmişler...
ama kırılmış bir kere kolu kanadı iflah olmamış uçamamış bir daha...
köşedeki balıkçı hergün taze balığını verirmiş...
çay bahçesinde sokakta gezermiş istediği gibi...
mahalleli sahip çıkmış
minik bir barınağı varmış soğuk havalarda çıkmazmış ordan...
fotoğraflarını çekip kafasını sevdiğimizi görünce geldi balıkçı...
ilgi odağımız o an için pelikan olduğundan
o yüzden fotoğraf karesine bacakları girdi balıkçının...

tanıdığı insanlarla arası çok iyi ...

dönüş yolunda...
ne iş güç
ne de sorunlardı aklımda kalan...
pelikanı düşündüm...

yalnızdı alabildiğine...
ama
farklı bir yalnızlık
oysa
yalnızlık denilince aklımıza gelen ''insandır'' çoğu zaman...
insan ve onun yalnızlığı...

yalnız insan...
ya
kendisiyle çok dosttur
ya
kendine çok düşman
ya
zaten o kadar çoktur ki başkasına ihtiyacı yoktur...
ya
o kadar az , o kadar sığdır ki başkalarının ona ihtiyacı yoktur...

ilki seçilmiş yalnızlıktır
ikincisi itilmiş yalnızlık...
zarfı aynıdırda mazrufu farklıdır...
seçilmiş yalnızlıkla , itilmiş yalnızlık taki insanların yolu ve davranışının farkı gibi...

düşünsene...
ne seçilmiş ne itilmiş yalnızlık...
ne hangar gibi evin odalarında yankılanan sesin...
ne kalabalık bir davetteki pür neşe gülerken konuşurken hissettiğin buz gibi yalnızlığın...
pelikanı düşün...
bulunduğun yerde türdaşın bile yok...
insana uyarlasak ne çıkar...
hadi ben dillerini bildiğim kedi-köpek-at'la kurarım iletişim...
de...
sonrası...

hayır ormanda kaybolmaktan filan bahsetmiyorum...
bulunduğun yerde karınca'dan at'a her tür canlı var...
insan olarakda bir tek sen...
gerçek yalnızlık bu olsa gerek...


günün şiiri :
- özdemir asaf-'tan

''mutluluğun gözü kördür,
yalnızlık sağır.
ondandır biri tökezleyerek yürür,
öbürü uykusunda bile bağırır''

günün yurdumduymazı:
bu da vurdumduymaz cover'ı olsun...
ortadoğu cadı kazanına dönmüşken saz çalıp ,şarkı söyleyen tüm haber kanalları...



bilseydim sana böyle...




hayatınızda hiç apartman ya da site yönetim toplantısına katıldınız mı...
katıldınız ve sessiz sakin geçtiyse
olağanüstü insanlardan oluşuyordur sizin topluluk...
ama
bence feci derecede sıkıcıdır ve her an hır çıkma potansiyeli taşır içinde...

istisnaları olmakla beraber
- ki şeker gibileride var tabi içlerinde-
yöneticiliğe soyunanlar veya yöneticiliği kaptırmamak için
40 takla atanların...
ortak noktası...
ömrü hayatında hiçbir işin ,organizasyonun başına geçip yönetemese dahi...
içinde gizli ve çok güçlü bir liderlik potansiyeli taşıdığına emin olupda
bunu bir türlü hayata geçirememiş olmasından yakınanlarla...
hayatını sağa sola emirler yağdırarak geçirmişlerin ortak noktasıdır...

ilk gruptaki adamı /kadını dinlesen
o aslında cern'de proje yönetecek kapasitededir
ama kel kör talih ki
-gel gör ki talih 'i coverladım-
3 metrekare tuhafiye dükkanını uygun görmüştür ona...
temiz iştir
kokmaz bozulmaz üründür
azıcık aşım kaygısız başımdır
Allaha bin şükürdür
ama işte gel gör içerde bir yerlerde volkan faaliyetdedir...
apartman yöneticiliği bu volkanı dengede tutmak için iyidir...
gibi...

ikinci grup...
işyerinin işkolik genel müdürü...
holdingin paraya takla attıran başkanı...
okulun despot hocası
ordunun kılı kırk yaran komutanı...
bankanın müdürü...
iskinin bölge amiri
ve benzeri görevlerden emeklilerden oluşur...
emekli olmak;
şu aks'ı kırık dünyanın en keyifli ,en eğlenceli
hatta en yenilikler içerebilecek zamanı olması gerekirken...
bu sağa sola emirler yağdırmaktan beslenenler için kâbus oluyor haliyle...
eh o kâbusuda paylaşıp hafifletme gereği duyuyorlar herhaldeki yönetici filan oluyorlar...

görevdeyken herkes el pençe divan...
emekli olunca yalova kaymakamı sendromu oluşuyor bunlarda...
düşünsene ...
dün
''derhal dosyayı getir'' veya ''incele''
dediğinde
millet gözünün önünde bir anda hızlı çekime geçerken...
emekli olduğunda...
kahvaltı sofrasında gazeteleri getirmelerini buyuruyorsun...
''kalkda kendin al''
diyor ev ahalisi...
arkasından ilave edilen
''ayakların açılır hayatım hareketsiz kaldın onun için kendin al diyorum''
lafına itibar etme...
o sadece...
sen düşerken yükseklerden uçurumlara
kuyruk sokumunu halletmeyesin diye kıçının altına
uzatılmış ince bir minderdir hepsi o...
zaten bir sendrom yaşıyorsun
bir de kuyruk sokumu travmasıyla sarsılıp
intihar şekline karar verme diye...
hayır cancağızım kuyruk sokumunu eğer büker dağıtırsan değil...
tamir etmeye kalktıklarında yaşarsın o travmayı...
hiçbirşeycikler anlamayana yardım etmek baaabındaaa...
vücudunda kuyruk sokumunun yerini bul...
buldun mu
şimdi düştüğünü uçtuğunu o kısmı eğdiğini dağıttığını düşün...
düşündün mü...
heh güzel şimdi orası sana alçıya alınabilinirmiş gibi geliyor mu...
hı?
gelmiyor di mi...
güzeeel...
nasıl tedavi - tamir edildiğinide bi zahmet sen bulacaksın artık...

yani uzatılan mecaz minderimizin esbabı mucizesi budur....
kendiliğinden apartman yönetimine talip olanlarında
ekstra bir durum yoksa...
ortak noktaları bu iki uç arasında gider gelir...

yıllar önce 14 daireli bir apartmanda yaşıyordum...
semt iyiydide ...apartman huzurevi gibiydi ...
benim haricimde çalışan 2 aile daha vardı hepsi o...
gerisi emekli...
birde en altta kapıcı ve ailesi...
yönetici en sevimsiz tarafından kronik yönetici yıllardır kimseye kaptırmamış...
bazı daireler memnun ...
memnun olmayanlarda yönetici ailenin şirretliğinden tırsmış gıkını çıkarmıyor...
benim hiçbir muhabbetim yok ama herhangi bir tartışmamda yok...
arada gördükçe ''günaydın ve iyi akşamlar''
birde
ay dan aya kapıcının topladığı aidat ve kömürlü kalorifere ödenen
İstanbul şartlarına göre bile hayli yüksek
kömür parası...
kapıcı aileside en az yöneticiler kadar sevimsiz...
dedikoduya meyilli hep şikayet halinde ve fakat ne zaman geçerken
yöneticinin kapısında rastlasam elpençe divan hali...
derken...
evde kakalak çıktı...
1-2-3 derken sayıları artmaya başladı...
canım kedim peşlerine düştü 3-5 ini hallettiyse de...
3-5 gün sonra baktığımda kakalak görünce kafasını öbür tarafa çevirecek kadar bıkmıştı...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

önce doğal mücadeleyi araştırdım...
cıks
bunlar radyasyona bile dayanıyor ,fazlasıyla uyumlular...
sonra...
asitborikle ufak ufak başlayıp...
tarım ilacına kadar uzanan geniş bir mücadele yöntemi denediysem de
olmadı...
ki bu öyle kolay olmuyor...
ilaç yaptığında kedini alıp o akşam gidiyorsun evden...
köpeği olan dostlarına gidemezsin kedimde köpekte rahatsız olur...
kedisi olan dostlarına -annene gidemezsin yine karşılıklı sorun olur...
kuşu-balığı olana gidemezsin hayvancıkların vebali üstünde kalır...
hiçbirşeyi olmayana zaten gidemezsin...
çünkü hiçbirşeyi olmayan
emin ol senide kırmızı dipli mumla beklemiyordur...
evine hayatına hayvan kısmısından bir canlı dahil etmemesinin nedeni senin bir gün
kedinle misafir olma olasılığın değildir di mi...

sonra
apartman içinde cirit attıklarını birçok daire kapısının
eşiğinden girip çıktıklarını gördüğümde
bunun bireysel mücadeleyle çözülmeyeceğini anladım...

yöneticinin kapısını çaldım
'apartmanın ilaçlanması lazım benim evi böcek bastı' dediğimde...
kadın
__aaa hiç böcek yok bizde başkasındanda şikayet gelmedi...
ortalıkta yiyecek bırakıyorsanız ondan oluyordur dedi...

ee utanma birde ''bunları kendi dairenizde siz imal ediyorsunuzdur''
de tam olsun...

yöneticinin söylemek isteyipde aslında söyleyemediği kısım ise şu:
__demekki senin evinde ortalıkta yiyecek var hmmmm
__kesin hijyene dikkat etmiyorsundur hmmmm
__bak gördün mü bir sende var başkada kimsede yok apartmanda hmmm
__umarım utanmışındır yeteri kadar ,bir dahada bu konuyla gelmezsin kapıma hmmm

karaya vurmuş zihnin iç sesi böyle çalışıyor olmalı...
bende bir utanırım ki olur olmadık herşeyden değme gitsin...

arkasındaki mutfak duvarından bir kakalak çıktı o anda...
__duvara bakın işte bunlardan bahsediyorum
dedim...

baktı ve anında...
__şimdi size kapıyı açtığımda girmiş olmalı dedi...

anladım anlayacağımı uzatmadım...


1 ay sonra her yılki yıllık yönetim toplantısı yapılacaktı...
bende her zamanki gibi apartmandaki can dostuma vekalet verip katılmayacaktım...
bu can dostla aramızda 60 yıla yakın bir yaş farkı vardı...
evet doğanın kuralı onuda atlamadı ve kaybettim...
ancak
sık sık andığım
ve
'şimdi olsaydı böyle yapardı'
dediğim insanlar gibi
onuda yüreğime gömdüm...
belki başka bir zaman anlatırım ayrıntılı hakettiği gibi...

''mühür kimdeyse süleyman o'dur'' lafı geliverdi gecenin bir vakti aklıma...
gelmesiyle beraber içimdeki chucky harekete geçti...
yönetici mağdurlarını ikna ettim...
ertesi gün genel ilaçlamayı panoya astım
yönetici ve yandaşları itiraz etti...
onların evinde kakalak yokmuş eşikten girip çıkanlar mülteci kakalakmış...
kimi evinde kakalak olmadığını iddia etti
kimi astımı olduğunu söyledi
kimide eve tanımadığı kimseyi sokmadığını dolayısıyla böcek ilaçcılarını eve almayacağını...

noterden ihtar çektim...
o şaşkınlıktan yararlanıp...
belediyeden randevu aldım apartmana bildirdim...
herkesin evi ve apartmanın geneli ilaçlandı...
bizde böcek yok diyenler onlarca dana kadar böcekle nasıl yaşayabildikleri konusunda
belediyeceleri bile şaşırttı....
böcek sorunu çözüldü...

günün diyaloğu:

ekselans:
__Sedencim gel inat etme senide bizim takıma alalım artık bizden ol...
__nasıl olacak o
__çok basit benle beraber re re re ra ra ra gassaray gassaray cimbombom diye bağıracaksın ve
bizden olacaksın
__istemez...ben zaten çarşılıyım...

günün kazananı:
ben...
yılbaşı biletime yeni baktım amorti çıkmış hiç değilse 8 lirayı kaptırmadım...

günün kaybedeni:
kısa vadedekiler mi uzun vadedekiler mi 'ye karar vereyim önce...

günün menüsü:
mercimek çorbası ...ince kıyılmış kereviz yaprakları ve kıtır ekmekle servis edilecek...

günün şarkısı:
ekselans'tan başkan polat'a gitsin...
aşkın'dan
yanar döner meyva tabağı eşliğinde

''bilseydim sana böyle katlanmazdım yaaar...
şaşırdım bunu senden hiç ummazdım yar''

günün burç falı:
eksen kaymış burçlarda kaymış dolayısıyla burç murç yok artık herkes başının çaresine bakacak...

günün fıkrası:
hal-i pür melalimiz...

neee?
nolmuş...
tabloid gazete işte...
künyesine adımı yazın:)
gör bak ne biçim moda olur tez vakitte...

sonra...



meğer...
sakin bir ülkenin sakin bir eyaletinde yaşayan insanlarla aramızda derin farklar oluşmuş...
farkında bile olmadığım...
tatil nedeniyle gelen bir yakınımla laf lafı açarken...
birbirimize işlerimizdeki son durumu anlatırken...
o da meslekte yaptığı savcılık stajını anlattı heyacanlı heyecanlı...
havaalanında şüpheli bir ölüm varmış...
o araştırılıyormuş...
insanlar çok tedirgin olmuş...
yazılı-görsel basın çok üstünde duruyormuş...
o bıcır bıcır anlatıyordu...
bende bir filmin anlatısını dinler gibi dinliyordum...
ta ki
''belki burda da göstermişlerdir televizyonda''
diyene kadar...
*
içinde yaşadığımız gerçeklerin farkını...
sonra o farkların gerçek niyetine tanımımız olduğunu...
unutuyoruz arasıra...
onun çok önemsediği...
gündemlerini oluşturan olaya bir bakın...
şüpheli ölüm...
yani şüpheli ama inceleme sonucu doğal ölümde çıkabilir...
şüpheli ve inceleme sonucu cinayetde çıkabilir...
kaza da...
kısaca...
şüphe'nin yarattığı gündemin getirdiği gerçekler...

oysa...
burda sıra mı gelir şüphe'den süzeceğimiz gerçeğe...
onu televizyonlara taşımaya...
sabah
ilköğretimde türban tartışmasıyla gözümüzü açıp ''günaydın'' diyoruz...
akşam
üniversitede porno tezi'nin halkda değil ama
üniversitenin kendinde yarattığı depremle
''iyi geceler''diliyoruz...
böyle bir tezin hazırlanması iyidir ,kötüdür bilemem...
bildiğim tek şey bölümüne ,öğretim görevlisine,öğrencisine sahip çıkmayan üniversite
başlı başına problemdir...
kimbilir belkide öğrenci tez konusununun adını değiştirse bunlar olmayacaktı...
bu üniversite zamanında 900 lü hatlardan gelen parayla kurulduğuna göre...
mesela...
tezin adıda ''900'' olsaydı bu deprem yine olur muydu...

başka ne var bizim tv.larda...
hapishanelerden tahliye olanlar var mesela...
polislerin yaşadığı travmaya bak...
uğraş didin yakala...
sonra?
bizimki ise travma bile değil buz gibi deja vu...
hazır hapishane demişken...
hani herşeyimiz özelleşti bir hapishaneler kaldı ya...
onlar ne zaman özelleşecek onu merak ediyorum...
24 saat sıcak su...
seçmeli yemek menüsü...
günde bilmemkaç saat internet...
1 alana 2 bedava masaj yapan tv.koltuğu...
savcıyla vızıttırı hapishanesine gönderilmesi koşuluyla itiraf pazarlığı...
öde parayı gir özel hapishaneye...
demedi demeyin...

sonra...
cumhurbaşkanı öğrenci temsilcileriyle görüştü...
öğrencilerden biri görüşmeye jaguarıyla gitmiş...
ilk aklıma gelen 2-3 kalem var basında...
asparagas üstadı...
aaah ah yandaşlığa soyunmadıkları eski günlerinde olsalardı...
atacakları başlığı biliyordum...
''cumhurbaşkanı, jaguarlı öğrencileri kabul ediyor'' olacaktı...
işin asparagası bir yana...
paraları birleştirip sinemaya gitmenin...
yol parasına kadar bira ve patatese yatırıp eve yürümek zorunda kalmanın...
ertesi günkü finale sabaha kadar oturup çalışırken
gece yarısı biten tüp yüzünden çaysız kalmanın...
elektrik bölümündekilerin bilgisine güvenip...
teoriyi pratiğe geçirmek üzere kablolarla 3 dakikada imal ettikleri ısıtıcının
ana kofrayı attırması sonucu hem çaysız hemde ışıksız kalmanın...
kahvelerde düzenlenen king ve briç turnuvalarının
keyfine varmadan biter miymiş ya hû üniversite...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi

sonra
yeni bir dizimiz daha oldu...
''muhteşem yüzyıl''
sabahlara kadar süren tarihin arka odasında...
osmanlıdaki ibrikçibaşından saray soytarısına kadar...
bırak ne yaptıkları ne yedikleri ne içtikleri ...
kaç defa def-i hacet eylediklerine kadar anlatıla anlatıla...
demek millet gaza gelip dizilere taşıdı...
anlayacağınız dağ fare doğurdu...
da...
dağ dediysem ağrı ,palandöken filan değil elbet...
olsa olsa elmadağ...
hee bu arada diziyi beğenmeyenlerin büyük kısmı...
aslında...
içki ve kadınlara takılmışlar...
''padişahlar içmezmiş...o kadınlarda neymiş '' gibi...
doğru...
içmezlerdi,bölünerek ürerlerdi...
hatta...
demirhindi şerbeti içip ,alternatif takılırlardı...
maksat sizin dediğiniz olsun...

hee iyi birşeylerde var tabi...
mesela behzat ç. var pazar akşamları
bütün bölümleri zaten net' de de var...
bir de onun yardımcısı harun...
seyredende hayatının içersinde bir rol biçme isteği uyandırıyor...
hayır kibarlığı iyiliği güzelliğiyle değil
kaba sabalığı,anlık feveranları ve bir sürü uyuz huyunun yanısıra duruluğuyla...
yanlışlığını bile bile...
anlatmak öğretmek,inceltmek duyguları uyandırıyor insanda...
mesela
böyle bir figürü baba veya abi olarak düşünmek bir kâbus...
ama kardeş filan olurdu bak...
niyesi çok basit
bizim ailede cinsiyet hiyerarşisi değil
yaş hiyerarşisi vardır
anladı anladı...
anlamadı günde 3 posta keyifle tepeleyeceğin bir adam...

ve
en başından beri ''hanımın çiftliği''
oyunculuklar kadar kostümlerde çok çok güzel...
eseri 2 perdeye toplayıpda aynı kadroyla sahneye taşınmasını istemek...
çok mu uzak bir hayal...