bu sitedeki yazılarımın....kopyalanması,çoğaltılması,yayınlanması 5846 ya göre yasaktır...

mutlu yıllar



                                                 


hayalimdeki yılbaşı resmine uysun diye biraz kar olsaydı iyi olurdu
da...
sanırım olmayacak
zaten daha gelmeden yoruyoruz...
beklentiler ,yapılamamışlar ,yarım kalmışlar
alayı bir çuvala doldurulup yeni yılın kucağına bırakıldı...
ertelemeye olan düşkünlüğümüzün göstergesi
ertele biriktir
sonra biriktir ve yeniden ertele...
bu yorgunlukta resmin kar bölümüde eksik kalıversin...

yılın sonunda yapılanlanlar yapılamayanların yanında okyanustaki damla gibi durur bende...
nedeni basit...
yapılanları çizerim
ancak
yapılamayanları itinayla hep sonraki yıllara ilave ederim...
liste önceki yıllardan sarkanlarla şişerde şişer
ve
aslında sorulacak tek soru...
insan niye liste yapar?
yani
herbirimizin elinde görünmez görev kağıdı vardırda biz bunları
*görev tamam
*beklemede
*oldu bil
*ertelendi
*bu iş yattı

şeklinde doldurmak zorunda mıyızdır...
değilizdir tabi
eee o zaman zorumuz ne...
şunu daha keyifli hale getirsek
mesela listeyi...
''filmleri evden çok sinemada seyredeceğim''
''kaprisi hayatının özü özeti geneli haline getirmiş insanlara yokmuş gibi davranacağım''
gibi
yapılması kolay hayatı kolaylaştıran ve keyifli maddelerle doldursak...
hayır rahat batmadı...
sadece evde film seyretmek kabak tadı verdi...

hatırlayalım...
1 numaralı murphy kuralını...
''bir şeyi yapmasanda oluyorsa o zaman yapma''

büyük fikir hakikaten...
buram buram tembellik gibi gelsede
değil...
geçen yıllar listesinden eli yüzü düzgün bir madde buldum mesela
'bonsai yapımını öğren, yap' demişim
kimbilir kaç yıl önce...
bunu türkçeleştirirsek şu oluyor...
seralara, yapı marketlere abone ol...
bidik bidik, boy boy altı delikli kaplar al
ısıtıcı al
süzmeyi sağlayan malzeme al...
1 tane 5 tane 10 tane yap
sonra sıkıl
ardından
doğayi minimize edip evin içine tıkıştırmanın anlamsızlığını farket...
ve vazgeç
arada...
sermayeyi kediye yükle
veya
anneannemin dediği gibi
''sultanahmette dilen ayasofyada dağıt''
zor kazanan buna rağmen çok ama çok kolay harcayanlar içindi bu laf...
çocukken harçlık biriktirirdimde bazen
tam
''afferim çocuğum tutumlu olmak güzeldir ''diye ağzını açacakken...
onca zaman biriktirdiğim parayı 10 sn.de harcadığım ortaya çıkardı...
öngörülü kadınmış vesselam...
neyse...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

bu sene evdeki çam yıpranmış biraz...
alt satırdaki parantez içindeki cümleyi yüksek sesle
ve tekdüze ve asla tonlamadan ve mimiksiz ....
hatta mümkünse ileri geri sallanarak okuyabilir miyiz lütfen...
başladık...
aç parantez...
noel 24 aralıktadır...
gregoryenlerinki 6 ocaktadır
31 aralıkta çok uluslu çok uluslu yeni yıla girişi kutluyoruz...
vaktimiz ve paramız çok olduğunda aya ve haftaya girişleri kutlamayıda umuyoruz...
muazzez ilmiye çığ'ın araştırmasına katılıyoruz...
yeni yıl ağacı bize aittir...
ilmiye çığ'ı tanımıyorsak veya tanıyorda araştırmalarına katılmıyor ya da ikna olmuyorsak...
anadoluda bir bozkıra vuruyoruz kendimizi...
inler cinler top oynarken kel bozkırda bir garip ağaç illaki görüyoruz...
güneş vurdukça rengarenk ışıl ışıl
yaklaştıkça cıvıl cıvıl...
biraz daha yaklaşınca her dalından ayrı sarkan bin türlü çaput görüyoruz...
''aaa uzaktan yılbaşı ağacı gibi''
di mi
cıkssss
diil
yılbaşı ağacı ; aslında aynen bizim bozkırın dilek ağacı gibi...
kapa parantez...

hıı ne diyorduk
çam yıpranmıştı biraz...
birkaç dalı çıkmıştı yerinden biraz sağlamladım idare eder
aslında bugüne kadar nasıl idare ettiğine şaştım...
kedi dediğin ağacın üstündeki topları süsleri yürütüp
kendine oyun icad eder...
korsiyle feriş in oyunu bir başka...
feriş alt dala zıplayıp tırmanarak üstlere çıkıyor korside aşağıda miyavlayıp geri çağırarak
onu bekliyor
gün içinde kimbilir kaç kere tekrarlanıyor bu in-çık oyunları
yıllardır ağacın sadece 2 kere devrildiğini gözönüne alınca
demekki epey dengeli hareket ediyorlarmış...

küçük sevinçlerin tadını çıkaramayan büyük  keyifleri yakalayamazmış...
tek birgün mola verelim koşturmaya ,strese, hayatın yüküne...
sevinelim sevindirelim...
insan hayvan farketmez birini mutlu edelim...
karamsarlık bulaşıcıdır
ama
mutlulukda bulaşıcıdır...
aralarındaki fark
biri aşağı çeker
diğeri yukarı iter...
hediye verelim
nedir ki hediye
kdvsi sıfır diye pırlanta değildir herhalde
bazen süslenmiş bir kavanoz reçel
bazen bir dal çiçektir...
sahip olduklarımızın ve yanımızdakilerin kıymetini şimdi şu anda ertelemeden bilelim...
birgün kıymetini bilmeye karar verdiğimizde yanımızda olmayabilirler...
ille fiziksel yokluk değildir bu...
sıkılıp gitmekde yokluktur...

çoook mutlu ,sağlıklı ,huzurlu, güzelliklerle dolu harika bir yıl olsun...
yeni yılınız kutlu olsun...
sevgiyle...


                                 

çarşıdan aldım bir tane...

 



yukarda gördüğünüz kap 2010 'a giderayak damgasını vuran yılın icadı...
''nar ayıkla'' adıyla satılıyor...
nar yemeyi severim ama ayıklamayı sevmem...
meyva sıkacakları yaygınlaştığından beri suyunu içiyoruz içmesinede...
aynı şey değil...
tanesiyle yemek daha keyifli...
eh bunun içinde sabır gerekiyor...
o taneler illaki sıçrayacağından üstünde açık renk bir kıyafet olmaması da gerekiyor...
benim için en uygunu
evdekilerden ya da gelenlerden en sabırlısını gözüme kestirip narı önüne itelemekti...
1 taneyle başlar sonra mutfaktan 2-3 tane daha bulup onlarıda araya sıkıştırırdım...
taa ki yukardaki bu şahane kabı bulana kadar böyle götürdük nar konusunu...

yılın icadı kabımızı
eve gelirken çarşıda bir dükkanda gördüm...
sudan ucuz 3 lira hemen aldım...
bence kaçırmayın sizde alın...
yolda yürürken ertesi akşam anneme eşe dostada 1 er tane almaya karar verdim...
sonra kabı çıkarıp üstündeki bantta yazan kullanım kılavuzunuda yolda okudum...
2000 liralık buzdolabının ,televizyonun içinden çıkmıyor böylesi adım adım anlatım...
dahiyane bişey...

narı ortadan ikiye kesip
üstteki beyaz altıgenlerden oluşan tak-çıkar plakanın üstüne koyuyorsun filan...
eve yaklaşırken o ayrıntılı dahiyane açıklamalara rağmen
hala narın bu kaba döküleceği konusunda soru işaretlerim vardı
ama
üretici kadar akıllı olmadığımı düşünüp üstünde durmadım...
ve değişmeyen tek şeyde bu fikrim oldu zaten...

kabı yıkadım...
narları çıkardım...
dahiyane kılavuzumuzdaki anlatım üzre enlemesine kestim altıgene yerleştirdim...
yine kılavuzumuzda yazıldığı gibi çelik bir kaşığın tersiyle hafif hafif nar a vurdum...
öyle yazıyor ''hafifçe''diyor...
2 tane düştü bile kaba...
işte mucizeee...
sonra baktım devamı gelmiyor...
belki dahiyane kılavuzda baskı hatası vardır ''sertçe''yazacaklarına ''hafifçe'' yazmışlardır''
sertçe vurdum...
5 tane daha döküldü...
baktım olmuyor
pirinç havan elini aldım onla vurdum
3-5 tane daha döküldü...
kalanları ezilmeye kabuğuda delinip heryere sıçramaya başladı...
tamam kesin baskı hatası vardır bu yılın icadında...
belkide enlemesine değil boylamasına kesilecekti...
2.narı aldım bu sefer boylamasına kestim...
sırasıyla aynı işlemler sonucu 3-5 tanede ondan döküldü...

sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

hmmm sonunda anladım ''nar ayıkla''nın ne işe yaradığını
ziyan mı olsun iki tane pırçıklanmış nar oturdum tek tek ayıkladım ...
yılın icadı kabın içine koydum...
demek ki kabın asli görevi kullananı motive edip nar ayıklamaya teşvik etmekmiş
ben yanlış anlamışım...
fonksiyonelliği ise salata yapacağın zaman eline havucu alıp...
''küçük küçük ol ve tabağa atla havuçcum''
demekle eşdeğer...

üreten sanırım ''bu saçma sapan aleti kimse almaz ama ya tutarsa'' diye bir deneme yaptı
bende alırken 'bu kap nar mar ayıklamaz ama ya ayıklarsa' diye aldığımdan
olsa gerek
düşünce parallelliği mi yakaladım nedir
zerre kadar kızmadım...
elbette yılbaşı yaklaşıyor diyedir bu iyimserlik dozumun artması...

ekselans mutfağa gittiğinde nar dolu kabı görünce...
__aa nar mı ayıkladın
__yoo o nar ayıklama aleti zaten
__hadi canım
__bak bu kağıttada açıklaması var
okudu
__nerden buldun bunu ne yani üstüne vurunca dökülüyor muymuş
__evettt
__atıyorsun abuk sabuk bi kap bu...
__atıyorsam o kadar nar nerden çıktı...

evet yinede inandırıcı değil...
olsun
zaten zar attığım konuda inandırıcılık değil...
toplumsal ortak noktamız
'biz denemeden inanmayız' a attım o zarı
sahne çekici
mutfak tezgahında vızıttırı bir kap duruyor
içi nar dolu
birde nar ayıklamaktan kesinlikle hoşlanmayan ben duruyorum...
ve iddiam o vızıttırı kabın o narları ayıklamış olduğu...

mesela
''yeni boyanmıştır lütfen dokunmayın'' levhalarını eski sıklıkta görmememizin nedeni...
akılların başa gelmesi...
parmaklığı,duvarı boya
üstüne birşey yazma kimse dokunmuyor zaten hatta farketmiyor bile...
ama
boya ve aynı zamanda üstüne dokunma diye yaz...
bak bakalım noluyor...

o da aldı bir tane nar
kesti kabın üstüne koydu-vurdu-tepindi olmadı ...
bıraktı kenara...
__atıyorsun demiştim di mi olmadı işte...
__ne yani şimdi ziyan mı olsun o cânım nar ayıkla bari...

ayıkladı...
ne demiştim...
motivasyon kabı...
oluyormuş işte bak...



mum alevi



dün gece net de dizi seyrediyordum...
feriş in elleri kafası kucağımda...
ayakları çalışma masamda...
onun oturuşunun garipliği benim oturuşuma endeksli...
benimde kafam koltuğun arkalığında ve ayaklarım çalışma masamdaysa...
normal ...
nolmuş tapu dairesi mi burası...
evdeki odam...

bölüm biraz ağır aksak ilerler...
ferişde arasıra monitöre dikkatle bakıp
arada elini uzatıp masanın üstündekileri patiler...
ve sıkıldıkça şekerleme yaparken...
ki bu ''şekerleme ''ne güzel bir kelimedir...
alıcıların açık farkındasın ama tatlı tatlı rehavet basmış...
dolayısıyla...
benimde şeker yapmama 1 adım kalmışken...
dizide olay yeri inceleme ekibinin nakil aracı
uyuşturucuyu incelemek ve yakmak için merkeze getirirken yolda kaçırıldı...
yerel poliste haklı olarak
''bulunduğu yerde yaksaydınız olmaz mıydı'' diye sordu...
bu benimde yıllardır cevabını merak ettiğim bir soru olduğu için...
uykum dağıldı...
ilgiyle seyretmeye başladım...
yakmak için sanayi tipi fırın gerekiyormuş onu anladık...
kimyasalla yok etmek için ne gerekiyor'un cevabını bulamadım...
bol köpüklü bi kahve yaptım seyretmeye devam ettim...

az ışıklı sessiz sakin bir ortam
dizinin sesi ve ferişin mırlaması hepsi o...
birara...
monitörle gözüm arasında flu bir ip görür gibi oldum...
elimi uzattım öylesine bir kontroldu
birşey yok...
ferişe baktım...
çenesini dizime koymuş dikkatle monitöre bakıyor ve sakin...
iyi sorun yok ...olsa o görürdü zaten...

yarım saat sonra monitörün arkasındaki duvarda bir hareket gördüm...
örümcek...
aslında klavyeyi caps e alıp büyük harfle yazsam daha iyiydide...
bağırıyorum zannedilir...
oysa aracnafobikler bağıramaz kolay kolay...
ve evet ben aracnafobiğim...
ve ilahi ironi olarak da arazide mühendisim...
ve evet yaradanın mizah anlayışı muhteşem...
arada işte kimi kullarınada kırıntılar nasip ediyor...
aracnafobia diyince havalı birşey gibi duruyorsa da
türkçesi örümcek korkusu...
ama
korku diyincede
örümcekle karşılaşınca ''ayyyyhhh imdat örümcek'' tarzı bir korku değil ...
ne dedik fobi
yani korkunun kıvamı epey ağır...
bendeki etkiside uzun ve derin...

çoook çok eskiden çok daha şiddetliydi...
evde örümcek gördüğümde...
gördüğüm noktada büyülenmiş gibi kalırdım ne bir adım ileri ne de geri...
elbette bu sırada nefesde tutulur...
bayılmıyorsun
ama
bayılsan bin kat daha iyi...
anne baba anneanne biri bulana kadar
ya da örümcek gidene kadar
heykel gibi kalırdım...
sonrası gecelerce kabus görmek her gölgeyi örümcek sanmak...

fakat yanısıra diğer haşerat kısmı ve börtü böcekle iyi geçiniyor olmam...
ki bunlara akrebi yılanı çıyanıda dahil...
ve yaradanın verdiği canın keyfe keder alınmayacağı bilinci...
bir anlamda örümceğe daha çok dikkat çekti...
öte yandan çok az da olsa törpülenmeyi sağladı...

ve ilahi ironi dediğim arazide olmamsa belli bir seviyeye kadar kırılma noktası oluşturdu...
törpülenme dediysem...
fobi kalmadı demedim tabi...

evdeysem ve yalnızsam ve örümcekle karşılaştıysam eskisi gibi donup kalmıyorum...
anahtarı aldığım gibi çıkıp gidiyorum...
evde birileri var ve örümcekde varsa yardım isteyebiliyorum...
''gelin bunu alın burdan'' diyebiliyorum hiç değilse...
altına kağıt sokup dışarı bırakmaktan ...
eliyle incitmeden tutup yer değiştirtmekten...
üstüne bardak kapatıp pencereden uçurmaya kadar uzanan dahiyane çözümleri var herkesin...

örümcekli alanı terketme huyum herzaman en parlak çözümüm olmadı...
tuhaf zamanlarda tuhaf durumlarda kalmamıda sağladı...
bunları elbet bir gün yazarım...

benimse uydurduğum bir ritüelim var...
dışarı kaçıp sonra biriyle dönüncede
evdekilerden biri olaya el koyuncada değişmiyor bu ritüel...
evde her derde deva bir kutu raid var...
sokak kapısını ve bahçeye bakan balkon kapısıyla pencereleri açıp
çerçeve boyunca raidi sıkarak bir hat çiziyorum ve kapatıyorum...
çünkü bu örümcük kardeşler caddeye ya da denize bakan pencereleri kullanmazlar...
evde yuva yapmazlar
ağ örmezler...
dışardan taşınarak gelmezlermiş gibi...
uyduruk demiştim di mi...
ağacın etrafında 5 kere dönersen dileğin olacakla aynı prensipte bir ritüel...
olsun...
iyi geliyor bana...
kendimce mesaj yolluyorum...
'ölmenizi istemiyorum ama korkuyorum buraya gelmeyin başka yerde yaşayın'
gibi...

arazide karşılaşınca korkunun yanısıra birde sosyal baskı oluşuyor...
çünkü
bizim insanımız bakarak öğrenmeyi seviyor...
dolayısıyla bazen 5 bazen 50 kişi oluyorlar ama sonuçta illaki seyrediliyoruz...
izlemek başka bişey
bu bildiğin sirk maymunu seyrettikleri gibi seyredilmek...
araziye hakimsin elemanlara hakimsin
aletlerin başında kayıt alıyorsun onlarada hakimsin...
tam o sırada bit kadar bir örümcek aletin üstüne konuyor...
düşünsene...
ayakları kıçına vura vura örümcekten kaçana hangi tezahüratı yapardı seyirciler
yani sosyal baskı dediysem hakkaten baskı...
birşey yapamamanın,kaçıp gidememenin baskısı...
yok saymayı denemeler...
veya...
aaa bu bizim lydialı arakne yahu...
hani güzel gergef işliyor el işleri yapıyor diye
dedikoducu nympha'lar bunu tanrıça athenaya ispiyonlayınca...
athena sinirlenip örümceğe çevirmişti arakneyi...
aslında bu lydialı araknenin form değiştirmiş hali yani örümcek diye birşey yok...
diye kendi kendime anlatmamda çözüm olmuyor...
sonrası doğal anksiyete...

örümcekle...
her karşılaştığımda aklımdan milyonlarca kez geçirdiğim müthiş özellikleri de
bir başka kırılma noktası oluşturdu...
mesela...
yaptığı ağ özeldir
o kadar özeldir ki dünya bu ağın aynısını yapabilme peşinde...
örümceğin ördüğü ağ dünyayı kuşatsa dahi ağırlığı gr.la ölçülecek kadar hafif-300 küsur gr-...
ve fakat kaldırabildiği güç olarak çelikten yüz kat daha güçlü ve 5 kat daha sağlam...
hammaddesi aminoasit zincirleri...
esneme oranı başka hiçbir malzemede yok ve asla taklit edilemiyor...
ama lab.da tüm hızlarıyla taklit etmeye çalışıyorlar...
bu özel bir canlı...
sevmem lazım sevmem lazım...
da işte
sevmem lazım demekle de sevilmiyor bir canlı...
korkmasam o da yeter diye bakıyorum...

o zaman da aklıma hareketleri geliyor...
beni uyuz eden bir karakteristiği var bu eklembacaklının...
bir kere hareket hızını ve alanını kestiremiyorsun...
bakıyorsun ağır aksak yürüyor
bir bakıyorsun koşuyor...
yukarı zıplıyor
aşağı atlıyor
ip örüyor
doğal komando...
toprakta yaprakta ağaçta kitap üstünde odada banyoda çatıda bodrumda her yerde gezebiliyorlar...
ofiste...
dolap içinden kapı kasasına kadar heryere tırmanan...
oturduğumuz anda kakalak gibi ensemize yapışan konyak bile
örümceklerin yanında daha sakin geliyor bana...
korkarım fobiden kurtulayım derken biofili olup çıkacam...
hıı bu da böceksever demekmiş
hiç böyle biriyle tanışmadım ama vardır herhalde bir yerlerde...
biyofili de evlerden ırak herşeyi sever gibi birşey...
korkuyla sevgi arasında onlarca sağlıklı duygunun da var olduğunu mantık olarak bilmek
hiçbirşeye yaramıyor...
fobinin doğasında mantık yok...

bir dönem tek seansın sonunda sönümlenmeyle sonuçlanan
profesyonel girişimdede bulunmuştum...
sönümlenir tabi
dr...
önce çocukken örümcekle ilgili korkunç bir deneyim yaşayıp yaşamadığımı sordu...
o dönemler her karşılaşmam korkunç bir deneyim olduğundan...
bir iki tanesini anlattım...
''başka başka''diyip durduğuna göre sarmadı bunlar dr.u...

hayır nasıl bir travmatik öykü bekliyordu benden anlamadımki...
yani
psikopat bir ailem vardı ben yaramazlık yaptığımda
tarantulalarla dolu fıçıya tıkıp katıksız 3 gün o fıçıda tutarlardı
gibi bişey bekliyordu herhalde...
o yüzden anlattıklarım kesmedi sanırım onu...
resimlerine bakıp bakamadığımı ekranda izleyip izleyemediğimi filan konuştuk...
gözü kapalı çizebileceğimi ...
hakkında kitap yazabileceğimi söyledim...

'peki bir sonraki adım ne
bir sonraki adım ne '
diye ben acele ettikçe


''yüzleşmeyi'' anlattı bana
''kaçınma''nın yaşam şeklime,işime uymadığını
kaldıki örümcek konusunda çok çok zor olduğunu söyledi...

'yeni bir şey söyle' demek isterdim...
demedim
evet uçaktan korkuyorsan binmezsin olur biter-kaçınma-
agorafobin varsa-açık alan ve kalabalık yerler korkusu-
hayat kaliteni etkileyeceğinden dolayı tedavi almak zorundasın-yüzleşme-

kavanoz gibi bir yerde örümcekle karşılaşmacaymış...
böle böle alışılıyormuş falan filan...
hayır böyle mıyır mıyır konuşan biri olsam
adam sıkıldı beni dinlemedi ya da dinlemek istediyse de anlamadı filan diyecem...
mıyırdayanlardanda değilim...
eee
birde tanıdığın tanıdığı olacak bu uzman...
yahu 'gözüm kapalı çiziyorum ' dediysem demek ki seyrediyorum di mi bu yaratığı...
resimde filmde belgeselde heryerde...

mesela
petshoplarda yaşadıkları fanusa yapışıp dakikalarca
tarantulaları seyrediyorum...
bütün yaptıkları hareketleri ezberliyorum...
fanusu-akvaryumu iyice inceleyip kaçacak bir yeri var mı diye bakıyorum...
olmadığını görünce derin bir nefes alıyorum...
hatta dükkandan çıkarken peşime takılıp salça olmayacaklarını bilsem
bütün çalışanları tek tek sarılıp öpmek istiyorum...
sırf dünyadaki örümcüklerden birini o fanusta başarıyla tuttukları için...
tersinden bahsediyorum
yani
ben fanusta ve o dışardaysa
bin beteri ikimizde dışardaysak
onyüzbinmilyon beteri ikimizde fanustaysak veya odada ...

'siz bana en iyisi bundan da sonraki adımı söyleyin'
dediğimde...
düşündü çıkmadı bişi...

__ee o zaman sizin örümcek fobiniz yok...
yutkundum yine bişey demedim ...tanıdığın tanıdığı sonuçta...
ne diyecem...
'evet yok çünkü ben manyağım kafamdan fobi uydurup dr dr geziyorum...
boş vakit gani sıkıldıkça sosyalleşme biçimi olarak dr.a gidiyorum...
hee birde kudurmuş param var...
vizite ücreti filan dağıtacak yer arıyorum...
mu diyecem...
derman mıdır dert midir anlamadım ki...

arachnophobia'nın ilahi ironi şekli bir bende açığa çıkmıyor herhalde...
mesela gece okuduğunuzda tüylerinizi diken diken eden
ve tuvalete giderken 3 kere daha düşündüren kitapların yazarı stephen king bir aracnafobik...
daha da beteri örümcek adam serisiyle ünlenen tobey maguire'da bir araknafobikmiş...

nerden geldik buraya
monitörün arkasındaki duvarda gezinen örümcekten...
evet evet o gözümle monitör arasındaki flu ip büyük ihtimalle ağıymış bu eklembacağın...
''gelin alın bunu burdan''
diye içeri gitmeden önce
ferişin hali ilginç geldi...
kucağımda yatıyor gözler örümcekte...
benim için fevkalaaadenin fevkiii kısmı burası çünkü mırlamayı dahi kesmedi...
ilgiyle bakıyor...

kedilerle fazla haşırneşir olmayanlar için özel açıklama :
hoşlanmadıkları ortamda
hoşlanmadıkları canlıların yanında asla mırlamazlar ...
mırlarken ani karşılaşmışlarsa ilk iş mırlamayı keserler...
kulaklar dikilir ,burun dudak arası bölge kabarır ve dikkat kesilirler...
hele feriş gibi agresyonu son derece yüksek...
kelebek,kuş,böcek ne varsa peşine düşen
pervane yakalayacağım diye perdeye tırmanan...
sivrisineği dahi yorgunluktan bitap düşene kadar kovalayan ferişin...
bu denli istifini bozmadan örümcekle bakışması irkiltti beni...
belli ki ilk karşılaşmaları değil...
ama ben ilk defa görüyorum karşılaşmalarını...
burdan çıkan sonuçsa
maalesef evin bilmediğim yerlerinde bir örümcek klanı yaşıyor...
işte hep aynı şey oluyor omurgam karıncalanıyor sanki...

ferişe nasıl yapıştıysam
mırmırı kesmeden patileri masaya uzatıp üstüne kafasını koydu biraz daha seyretti...
sonra doğrulup mırlaya mırlaya kulağımdaki küpeyle oynamaya başladı...
sık sık görüşülmeyen...
40 yılda bir gelen ama kabul gören uzak akraba muamelesi yapıyor örümceğe...
şaşırdımki öyle böyle değil...
olsun
yinede...
ritüel herşeydir...
bir peçeteye iki fıs raid sıktım merdivene tırmanıp kütüphanenin en üst rafına bıraktım...
ben mesajımı bir kenara bırakayımda gerisi örümceğin arifliğine kalmış...

sorun ne olursa olsun çözüm bazen hiç ummadık yerlerde saklıdır...
altında kaldığınızı sandığınız nice sorunlar bazen bir dokunuş bazen tek bir kelimeyle aşılır...
ne dokunuşun ne de kelimenin nerde nasıl kimden geleceğini asla bilemezsiniz...
yapmanız gereken tek şey alıcılarınızı algınızı açık tutmaktır...
spotlarla ışıldayan alanlar veya insanlar gölge eder kaparda çıkış yolunu bazen...
bir minik mum alevi gösteriverir çıkışın yolunu...
derin bir nefes al...
bekle dinle ve güven...