bu sitedeki yazılarımın....kopyalanması,çoğaltılması,yayınlanması 5846 ya göre yasaktır...

yılın tortusu




yapmayacaklarım listesini yazmak için başladım aslında yazıya... 
yapılacaklar listesi uzun oluyor bu daha kestirme geldi... 

tam o arada sanal alemi sallayan bir kahkahayla karşılaştım... 
gülmek güzeldirde o güzellik neye güldüğüne göre belirlenir...  
hatta daha da ilerletirsek ,güldüğün olaylar,konular yeryüzünde kapladığın yer ve kimliğin hakkında sağlam veriler verir... 

esra ceyhanın güldüğü konuya bakalım... 
bir adamcağızın kedisi ölmüş,adam mezar yaptırıp gömmüş kedisini... 
bu hanımın anıra ... pardon kahkaha atarak güldüğü konuda bu... 
yani sırasıyla kedinin ölümü ,toprağa gömülmesi,üzerine minik bir mezar yapılması... 
olsa olsa ''başı sağolsun,Allah sabır versin ''denilecek bir olay 
kimi şuursuzlar için dalga mevzu olabiliyormuş demek... 
demek bu toplumda ağladığımız,güldüğümüz konularda da 
keskin çizgilerle ayrışırmışız bu şuursuzlarla... 
ben ve benim gibilerin dünyasında evin kedisi köpeği evin çocuğuyla aynı kategoridedir... 
çoluğun çocuğun kocan hastalanınca doktora götürürsün. 
kedin köpeğin hastalanınca veterinere götürürsün tüm ayrım bu.

bak mesela benim güldüğüm konu hala dün gibi aklımda... 
yıllar önce bu kahkaha atan hanımla o taşınana kadar aynı mahallede otururduk... 
bir bayram sabahı anneme pasta almak için mahallenin pastanesine gittim... 
napalım baklava sevmem ,sevdiğim birşeyi alayım ki annemde afiyetle yiyeyim diyeydi... 
içerde e.ceyhan tatlı alırken,yanındaki adamda tatlı poşetlerini tutuyordu... 
kredi kartıyla ödemeyi yaptı... 
sonra yanında getirdiği adama döndü ekşi bir suratla son derece didaktik sıraladı direktifleri 
__bu iki poşet arabanın arka koltuğuna sağa,bu üçü sola anladın mı sallama onları sakın ,
düzgün koy...duyuyor musun beni ...vs... 
çıktı gitti...  

frambuazlı pastamı seçerken pastaneciye söylendim...
__biz işe aldığımız elemana gözünün üstünde kaşın var desek 
ertesi gün 50 lira fazla maaş veren yere atar kapağı...bu kadın nerden bulmuş bu elemanı... pastaneci gülmekten nefes aldığında söylemişti... 
__kocası 
__hıı hadi ya... 
__valla ,üstelik çok efendi adamdır...susuyor işte şimdilik... 
yoksa evlat olsa sevilmez... 

her nerede iseniz bulunduğunuz yerden mutlu olun... 
birde böyle insanların elinde,evinde çocuk,kedi,köpek,koca filan olmak var maazallah...

 sokaktaki can'lara bir kap su birazcıkda yemek vermeyi unutmazsnız değil mi...

neyse yapmayacaklarım listeme döneyim ,yenilerinide siz ekleyin... 

vatan bilgisayar...
bugüne kadar hiçbir mağazasından tek bir topluiğne dahi almamama rağmen 
cep telefonumu nerden ellerine geçirdilerse her cumartesi akşam saatlerinde 
ve istisnasız her pazar sabahı saat 08 ile 09 arasında gönderdikleri reklam smsleri 
bezginlik verici olduğundan önümüzdeki zamanlardada hiçbir ürünlerini almayacağım...
  
digitürk-dsmart vs...
hem cep telefonumu hem ev telefonumu bulmuşlar , 
haftada 8-10 kere arıyorlar ki bunun adı tacizdir... 
uyardım olmadı,defalarca kavga ettim olmadı, 
aradıkları numarayı tanıyıp açmamakda çözüm olmadı ,sürekli numara değiştiriyorlar... 
şimdi dümdüz küfrediyorum...yine arıyorlar...
sattıkları sistemi hediye etseler üstünede 10 binlerce lira da verseler almayacağım... 

finansbank... 
hesap açtırdığın zaman otomatik olarak vermeleri gereken boktan bi kartona basılmış 
hesap cüzdanını 1 liraya satıyorlar... 
3 ayda bir 25 lira hesap işletim ücreti almaları yetmemişki... 
cüzdana hesap hareketlerini 1 lira karşılığında işliyorlar... 
finansbankla çalıştığı için banada orda hesap açmamı şart koşan her projeyi reddetmek pahasına,
bir daha hesap açmayacağım... 

mahalledeki migrosa...
kasaların kapanmasına 4-5 dakika kala yetiştiğimde manav kısmından meyva almaya gittim... meyva seçerken sol tarafımda dikilen market elemanının o ikircikli hali tuhaf geldi.. 
bir iki kere dikkatle dönüp baktım... 
 her seferinde elindeki bez ve sprey kutusu gibi bir kutuyla öte tarafa döndü... 
hah işte bu seferde ben ikirciklendim... 
manav reyonundan ayrılıp öte taraftan dönerek tamda burnunun dibinde bittiğimde... 
eleman elindeki raid kutusunu kuru soğan, patates, kıvırcıkların üzerine püskürtüyordu... 
sinek yapmasın diyeymiş... 
ben bir üst kademeyle iletişirken onun cümleside 
 ''havada uçan sineğe püskürtüyordum''a dönmüştü bile... 
kış günü,sinek vs.geçiniz... artık almayacağım... 

bir güvenlik sistemi pazarlaması sorunsalımız var ki breh breh, 
32 kısım tekmili birden tefrika çıkacak ortaya...

sığınakta yaşamak




Şunun şurasında ne kaldı 21 aralığa..
sonunda hep beraber öğreneceğiz mayalar çuvallamış mı haklı mıymış. 
Kimilerine göre ;aydınlanma çağına giriyormuşuz ki bu bir açıdan iyi öte açıdan kötü... 
yani bu aydınlanma herkese eşit olarak dağıtılıyorsa ,aynı tas eski hamam idare ederiz... 
yok ,aydınlığı az kullara takviye yapılıp ,gayrısı stabileteyi koruyorsa 
 -ve evet gayrısı ve stabilite mükemmel ahenge sahip iki kelimedir- 
tadından yenmez... 
ama işte işin pis tarafı zaten aydınlıklar ekstra aydınlık ikmaliyle daha da aydınlanırken 
 ve gayrısı stabiliteyi korursa sen o zaman seyreyle tantanayı. 

Kimilerine görede aydınlanma filan değilmiş kıyamet kopacakmış. 
iki noktacık kalacakmış kıyametten geriye biri türkiyeden şirince diğeri fransadan bir köy...
şimdi bu iki yer hangi senaryonun neresinde yazıyor bilmiyorum... 
niye muş ve londra değil mesela , muhtemelen sağlam bir reklam fırsatı... 
sonuçta şirincede oda bulunamıyormuş, fiyatlar onlarca katıyla çarpılmış... 
ancak nişanyan'ın haklı olarak söylediği gibi dünyada kopar mı kopmaz mı bilinmez 
ama onbinler akın ederse şirincenin kıyameti kopar zaten. 

Kimileride amerikada 21 aralığın kitabını yazmış... 
20 yıl yetecek kadar yiyecek stoklayanların yanısıra evlerinin altını 14 metre oyup 
sığınak inşaa edenlerde var... 
 yanyana 3 parselin zemin etüdünü yaptğım bir yer vardı, 
7 kat imar kesmemişti adamı hergün söyleniyordu fazla kat için başvurmadığı kurum kalmadı
en son beni kestirdi gözüne fazla iki katı nasıl çıkacağının yollarını arıyordu... 
'üstüne çıkamıyorsan altına in' diyerek dahiyane bir cevap vermiştim o adama... 
izinli midir kaçak mıdır bilmem, saunayla spor salonu yaptı oyduğu yerin dibine... 
iyi , şimdilerde sığınağa dönüştürüp para basıyordur belkide... 

hee diyelim mayalar çuvalladı... 
cern var cancağızım üzülme yeter ki... 
bak onlarda büyük hadron çarpıştırıcısını tam kapasiteyle çalıştırmak için 
21 aralığı seçmişler tarih olarak... 
 kopar mı kıyamet kopmaz mı göreceğiz... 22 aralıkta bu saatte burada :) 

insan cennetini cehennemini olduğu gibi kıyametinide kendi içinde taşıyor zaten... 
kıyamet dedikleri tepeden kafamıza inenlerle sınırlıysa, 
sığınak iyi fikir de peki tepeden inmeyipde arzın merkezinden gelirse ne olacak o sığınaklar hı ? insanoğlu olarak yaratılıştan bu yana aradığımız ölümsüzlük iksirinin yansımaları hepsi... 
yoksa niye yiyecek depolayıp yerin 14 metre altındaki sığınaklara gömelimki kendimizi... 
geçen gün benzeri bir nedenle yabanmersini aldım çarşıdan ... 
--eveet biz hergün yeriz bi numaralı antioksidanımızdırr-- 
değil elbette ,sadece hergün gazeteler ve mailler aracılığıyla yapılan 
muhteşem pazarlamanın etkisiyle aldım...
evet hoş bir aroması var da bi avuç yersen anca anlaşılır cinsinden 
sonrası tatsız tuzsuz anlamsız birşey yani hakkaten -bir-şey- 
baktım yenmeyecek kek yaptım,oda bisküvi kılıklı birşey oldu ya neyse... 

ne yaparsan ama ne yaparsan yap sistemin ve gündemin dışında kalamıyorsun... 
istediğin kadar tv seyretme,5 gazeteden 1 e düş 
 yinede hürremin sülümanın kopardığı yaygarayı öğreniyorsun... 
''cambaza bak'' eh oda var tabi 
sonra... 
sonrası zaten rahvan gidiyor... 
dizi işte sonuçta, hangi ayrıntı can sıkabilirki diye taradığımda 
hiçde söylendiği gibi ''kanuni 30 sene at sırtındaydı ama dizide harem kuşu olmuş'' 
sonucuna varmadım...
yani sorun bu olamazdı bence... 
 şehzade mustafanın aşkıyla başlıyor olsa gerek rahatsızlık...
mustafa manisanın köylülerinden bir rum kızına aşık olup haremine alıyor... 
kanuni'nin itiraz noktası 
__sen nasıl olurda hür bir kadını hareme kapatırsın,savaş ganimetin mi bu kadın, nikahda kıyamayacağına göre ailesinin yanına yolla 
oluyor... 
sonraki bölümde müslüman kadının hareme alınmayacağıda itinayla anlatıldıktan sonra... 
işte sonrası tufan zaten... 
''biz Fatihlerin torunuzyuzzz...Kanuninin soyuyuz... 
Yavuzların evladıyız'' diye bağıranları ,muhtemelen aldı bir gam keder... 
ee öylee ,''kanuninin soyuysan roksalanında soyusun-nam-ı-diğer hürrem- 
yavuzların evladıysan beti ,helga,evdoksiya,anastasyalarında evladısın''... 
''derler şimdi bize'' diye çıkmıştır sanırım bunca yaygara... 

ee birde Süleymanın sarayın bahçesindeki ağaçları karıncaların kemirdiğini görünce 
Ebussuud efendiye sorduğu soru var... 
 __dırahta ger ziyan etse karınca günah var mıdır ânı kırınca... 
 buna karşılık Ebussuud efendinin verdiği cevap... 
 __yarın Hakk'ın divanına varınca,Süleyman'dan hakkın alır karınca 
bırrr... 

sokaktaki can'lara biraz mama birazda su vermeyi unutmazsınız değil mi

dün bakkala ekmek almaya uğradığımda 
karşı apartmandan bir kadın paketlerce makarna alıyordu...
bizim bakkal gülerek bakınca makarnalara kadın bir telaş döndü
__yok valla 21 aralık için değil,evde dursun diyeydi 

ee öyledir bütün çözülmelerin yolu güçlü inkarlardan geçer zaten... 
kitlesel etkileşim adına bende birşeyler yapayım istedim... 
ne bileyim işte un alayım,yağ alayım filan 
evde baktım baktım ,neyi stoklarsam idare ederim diye 
sonunda proplan somonlu,royal canin normal 
ve kutularca gourmet gold hindili,ördekli kedi mamasında karar kıldım.

şeyh uçmaz


                                                            müritleri uçurur...

ara sıra tansiyonum düşer,yaşayanlar bilir nasıl bir deneyim olduğunu... 
kafamda bir boşluk hissi oluşur,yürürken ayağımın altına hava yastığı koyulmuş gibidir... 
içim çekilir gibi olur 
-buda nasıl bir tabirse- 
aklım başımda olmasına başımdadırda yerde miyim gökte miyim belli değildir... 
gerçekliğin zorlandığı bir tuhaf haldir... 
biraz uzanıp ayaklarımı yükseğe kaldırmak ve 1-2 şişe soda iyi gelir... 
sevimsiz bir haldir... gerçek desen ,uzaktır gerçeğe... 
rüya desen oda değil ,olsa da hayra yorulacak türü değildir... 
kimbilir belkide milletce bu haldeyizdirde ben üstüme alıyorumdur... 


hüseyin rahmi romanlarında her mahallenin olmazsa olmazı bir hizipci acuze illaki vardır... 
güzele düşmandırlar, bu sefil tipler genelde kadın,bazende erkekdir... 
-bayan filan yazsam daha mı iyiydi dersiniz- 
en çok kendi iç sefaletini paylaşmayan kadınlara düşmandırlar berbat bir tarzları vardır... 
yanına yaklaşıp fısıldar 
 ''gülfemi gördün mü evine bir adam girip çıkıyor'' 
''sanane be kadın gülfemin bekçisi misin'' cevabını verdikten sonra tez zamanda ... 
iğne kıçı dürte dürte etek,döpiyes dikerek 3 kuruş para kazanıp 
 yaşlı anacığıyla kendi boğazını anca doyuran zavallı gülfemin 
 aslında vesikalı olduğu seninde o yolun yolcusu olduğun mahalleye yayılır... 


bir başka gün başkasını çevirir... 
ensar efendinin her akşam bi 70 liği götürdüğünü söyler... 
''ee o içiyor,sarhoşluğu sana mı düşüyor'' dediyse çevrilen 
o da duyar tez zamanda kendini rakıya methiye düzenler arasında... 


pazardan zembilini yüklemiş evine giden cesim'in peşine takılır... 
malum hem zembil içi göz fotoğrafı çekecek... 
hem mahallenin son havadislerini yetiştirecek... 
''duydun mu cesim,şehriban hamileymiş ama ebe kadifeye aldırtmış'' 
zaten sabahın 6 sından akşamın 8 ine çalışmaktan imanı gevremiş cesimin canı burnundadır... 
öfkeyle söylenir... 
''sanane be birader şehribanın bekçisi misin,kocası mısın,bebeğin babası mısın öyle uygun görmüş demek '' dediyse cesim efendi 
ertesi günün 8 sütuna sürmanşeti hazırdır 
flaş flaş flaş 
''şehribanın bebeğinin babası cesimmiş'' 
dedim ya pis bir tarzları vardır... 


sokaktaki can'lara bir kap su ,birazda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...


gidip tepelemek en doğru çözümdür... 
kısa,kestirme,kolay filan değil ''doğru''çözüm... 
aslında her problemin en az iki çözümü olsa da... 
biri uzun,dolambaçlı,ama kırıp dökmeyen yolu 
diğeri kısa ,basit ama hoyrat yolu 
da işte bu acuze tabanlı kişiliklerde uzun dolambaçlı yol çıkmaz yoldur... 
çünkü; bunlarla konuşulamaz,tartışılamaz,karşı fikir savunulamaz,ikna edilemez, 
kanıtlar anlamsız bir yığındır onlar için, 
uzlaşılamaz, 
''herkesin hayatı düşüncesi kendini bağlar''düsturu 
bunlar için sülalerine sövülmesiyle eşdeğerdir... 
bunlar için doğru tektir o da sadece kendi doğrularıdır... 
gözleri vardır görmezler... 
kulakları vardır duymazlar 
dilleri vardır söylemezler... 
taşa geçer hükmün bunlara geçmez... 
sende zaten bu uğurda sabır taşı olsan çatlar heder olursun... 
işte o yüzden tepelemek doğru yoldur... 


bu acuzeler bitmedi elbette ,kakalaklar gibi dayanıklı bir tür bunlar... 
kakalaklar nasıl binlerce yıldır değişime uğramadan günümüze kadar gelmeyi başardıysa... 
bunlarda başardı... 
sadece mahalle bitti çoğu yerde , 
o yüzden artık sitelerde,konutlarda,plazalarda,lojmanlarda,
yalılarda,kaşanelerde ikamet ediyorlar...
hareketleri büyüktür bunların, nasıl desem, tiyatro sahnesindeki gibi... 
ancak, tiyatro sahnesinde zaten hareket büyük olmalıdır...
çünkü kriter ,salonun en arka sırasında oturan seyircidir,ona ulaşmaktır... 
da işte o hareketleri ,söylemleri tiyatro sahnesinde yapmakla, 
tiyatronun kapısının önünde yapmak arasında kapanamaz bir fark vardır... 
birinde ayakta alkışlanırsın...
diğerinde diazemle başlar sürecin... 


yaşadığım bu toprağı güzel bir kadına benzetirim hep... 
güzelliğinin başına dert ,ayağına pranga olduğu kadına... 
herkesler ona meftunken ,onunsa ufukta ehl-i namus ,
yakışıklı bir beyle izdivaç tesis eyleyemeden göçüp gitmesi mukadder gözükürken... 
-ki ben hüseyin rahmiyi anmak adına bu dili kullanırken- 
birde bakarsın o güzel kadın nursuz,pirsiz,hoyratın biriyle düğün dernek kurmuş gitmiş... 
hayır canım ,nursuz pirsizin içindeki nuru gördüğünden değil... 
ne kadar aklı başında,eli yüzü düzgün,onurlu,gururlu,kalemli kitaplı adam varsa ,
güzelliğinden gözleri kamaşıp ,yanına varıpda derdini diyemediğinden, 
alacaklarını kurguladıkları red cevabını sindiremeyeceklerinden,cesaretsizliklerinden uzak dururken... 
bu nursuz pirsiz sefil tayfasındada ne karşıdaki güzelliği değerlendirebilecek estetik duygusu 
ne de had olduğundan kapıdan kovulsalar bacadan girmeyi iyi bildiklerinden , 
ciğerci kedisi misali dolanırlar kadının peşinde... 
garibim kadının kurduğu düğün dernekde ,
o makus talihini yenmeye çalışmasının en hazin,en hastalıklı ve en berbat sonucudur... 


ilk hangi atamız söylediyse o sözü 
''güzelin şansı olmaz''diye muhtemelen benzeri bir olay üzerine söylemiştir... 
devam edelim bakalım teletabilerin spastisitesi içinde sallanmaya... 
daha ne kadar sallanacaksak...

kalp kalbe karşı





yukardan bakılacak olsa nasıl gözükürüz acaba... 
karınca kolonilerinin düzeni,huzuru,mantıklı çalışkanlığı,
ahengi ve işbirliği içersinde gözükmeyiz herhalde 
hakikaten huzurlu mudur karıncalar bilemem... huzur,anlaşılmasıda sağlanmasıda zor 
ve karışık bir hal... 
huzurlu bir ortam ve mekan sağlamış olman eğer iç huzurun yoksa anlam ifade etmez... 
muhteşem bir iç huzuru ve denge sağlamış olmanda eğer yaşadığın mekan,
ortam,çevre kaos,kargaşa ve lokma lokma tüketen insanlarla örülüyse 
yine bir anlam ifade etmez... 
onun için anlaşılmasıda sağlanmasıda zordur... 


karşıdan bakınca görünenle, görünenin gerçekliği farklıdır çoğu zaman 
o yüzden bilemem karıncalar huzurlu mudur değil midir... 
ben yukardan bakarken bana öyle geliyorlar... 
zaten huzur en çok ahenk ve düzen ikilisiyle karıştırılır... 
oysa huzur varsa ahenk ve düzen peşisıra zaten gelir... 
ama ahenk ve düzen huzuru peşisıra getirmez... 
başka birşey huzur çok başka... 


 bize bakılsa fırtına takvimi çıkar ortaya... filizkıran,ülker,kırlangıç,çaylak,kestanekarası,kozkavuran 
nerden eserse oraya savruluyoruz sanki... 
yıllar önce yoğurt yaparken aklıma ilk mayanın nerden bulunduğu gelmişti... 
öyle ya maya olarak yoğurdu kullanıyorsak,ortalıkta yoğurt yokken süt nasıl yoğurt olacak... ilkbaharda düşen çiy damlası mayalamayı yapıyor 
 ve yörükler tarafından yakın zamana kadar kullanılıyormuş... 
orda da karşıma karıncalar çıkmıştı... 
en ilginci karınca yumurtası ve karıncaların yuva yapmak için kazdığı toprağın 
kenarda birikmiş ufalanmış kısmıydı... 
böyle böyle elde maya olmadan ekmek yapımından peynire... 
şarap yapımından yoğurda denemeler yapmıştım... 
zorum neydi bilmiyorum... 
çok fazla kıyamet senaryolu film seyretmek mi 
-ki kütüphane çekmecemde sakladığım buğday tohumları bunu destekler gibi- 
yoksa birgün adada dağda bir başına kalma korkusu mu... 
ikiside tuhaf ; mesela dağda bir başıma kalıyorum,kurtlar ,kuşlar,
ayılar,yılanlar mükellef bir öğle yemeği niyetiyle etrafımı kuşatmışken, 
ben, dert üstü murad üstü sağacak inek ve etrafta karınca yuvası arıyorum, 
ne sıyrık bir manzara... 


fırtınalardaki en korunaklı bölgeme kaçtım yine , 
 doğaya,balkona,çiçeğe, böceğe... 
son dönemlerde büyük seralardan,çiçekcilerdende çok sıkıldım... 
genelde bitkileri minik fideler halinde değil ,
verilen kimyasallarla her yerinden çiçekler sarkan büyük saksılarda satıyorlar... 
fide 5 liraysa ,çiçekli büyük hali 35 lira gibi... 
fiyat farkı bir yana o bitki tez zamanda tüm çiçeklerini döküp ,boynunu büküyor... 
üstelik kendi bitkini büyütme keyfinide sürememiş oluyorsun... 
genelde mahalle aralarındaki minik dükkanlarda satılıyor istediğim gibi fide halleri... 
mesela küçükpazar,kavacık ,yakacıkta buldum... 
küpeden ortancaya bir çok balkon çiçeği yanısıra... 


yaprağıgüzel 


begonya ,mum çiçeği'de aldım... 7-8 yıl önce aklıma gelmişti mum çiçeği, 
istanbuldan izmire tüm çiçekçilerde arayıp bulamamıştım.. 
uzun zaman sonra annem bulmuş minik bir saksıda getirmişti... 
nasıl becerdiysem kökünden koptu bir süre sonra... 
fazla sulamadanmış... 


dükkanda minicik yapraklı bi çiçek gözüme ilişti... 
adını sorduğumda dükkan sahibi 
''o bir sukkulent''  dedi 
bana birşey ifade etmediğini görünce , ''özsuyunu içinde tutan gruba verilen isim''dedi 
bitkinin yerel adı ''kalp kalbe karşı''imiş... 
dikkatle bakınca hakikaten o minicik yaprakların aslında kalp biçiminde olduğunu 
ve herbir yaprağın karşılığı olduğunu gördüm... 
yani hakkaten ''kalp kalbe karşı''ismini haketmiş... 
zaten biz bu isim türetme,isimlendirmede oldukça yetenekli bir milletiz vesselam... 


satıcı hayretle sordu 
__siz bu kalp kalbe karşı çiçeğini tanımıyor muydunuz... 
 tanımadığımı söyledim... 
ille tanıtacak ya ''belki abi tanıyordur ''dedi... 
hayır sanki görüp de tanıyamadığım akrabam gibi hissettim bir an... 
diyemedim artık adama 
''o abi manava maydanoz almaya gidip rezeneyle dönenlerden'' diye... 
ama hakikaten bayıldım bu yeni tanıştığım minicik yapraklara...


''yaprağıgüzel ,begonya,mum çiçeği ile aynı dönemin çiçeğidir bi aralar çok modaydı'' dedi... moda?? 
evet bu sukkulentle yeni tanıştım ama adamın söylediği doğru... 
mum çiçeği babamın halasının evinde salonun nerdeyse yarısını kaplamıştı,
muhteşem çiçek açardı... 
yaprağıgüzel,begonya,sarmaşık bizim evde vardı... 
bunlar çocukluğumdan hatırladıklarım... 
çiçeğin modası,dönemi olur mu... 
hafızanın çekmecelerinde doğru arama yapınca,hatırlıyorsun, 
evet çiçeğinde modası oluyor... 
bir dönem her evin salonunu süsleyen kauçuk,devetabanı,paşakılıcı,filkulakları vardı... benjamin,fujer,difenbahya,kentyaların gelişiyle beraber kendilerini 
apartman girişlerinde, merdiven sahanlıklarında ,kapıcı dairelerinde buldular... 
daha şanssızları sokağa,bahçeye kaderine terkedildi 
şimdi kaç kişinin evinde kauçuk devetabanı vardır... 


insana dair birsürü boktan huyu rasyonalize etmeye gayret etsem ve bir kısmını edebilsemde
-ki en kolayı kendinde'de olanlardır- 
kadir kıymet bilmezliğin rasyonalize edilecek tarafı yok... 
çünkü peşisıra ,yüzeyselliği,hasetliği,nankörlüğüde sürükler... 
dün ,devetabanını kapının önüne koyan... 
bugün ,karne hediyesi olarak aldığı köpeği ,
yazlıktan dönerken bilinmezliğe terkedip yürüyecektir... 


neyse ki yeniden gündeme geliyor bu bitkiler... 
mesela artık mum çiçeği -hoya-hemen heryerde 5-45 lira fiyatlarla satılır oldu... 
geçtiğimiz yıllarda ,balkona yönelik, özellikle mevsim çiçeği ağırlıklıydı alımlarım... 
bu yıl iç mekanıda unutmadım... 
elbette bunun şartı var, getirdiğin çiçeği ''amanda aman'' diye diye yerlerden yer beğenip 
binbir özenle koyarsan sabah uyandığında çiçeği bir yerden , toprağı bir yerden toplarsın... 
gözüme bir yer kestirip korsiyle feriş uyurken koyuyorum,
böylece herkes sağlam kalıyor... 
pislik olsun diye yapmıyorlar, ilgi gösterdiğin her şey onların doğal oyun alanı 
ve ilgiyi kolayca üstlerine çekebilmek için kullandıkları ara malzeme... 
3 gün evde elimde gezen kitabın üstüne çıkıp uyumaları gibi, 
kitabı almak istiyorsan onları uyandıracaksın ehh uyandırıncada oyun başlayacak,gibi...

gündemin hengamesinde kaybolsanda, 
koyduğun hedeflerden birini,birkaçını veya tamamını kaybetsende... 
minicik uzanmış bir dal ,yeni çıkmış bir yaprak umudu başlatıyor...

tozlu altın kafes



dışarda kahvaltı yapmaya başladığım zaman benim için bahar gelmiş demektir...
hernekadar mor salkımlarım sadece iki üç yerden filizlendiyse de alıştım artık,
bütün istanbulun mor salkımları geçmek üzereyken benimkilerin yeni çiçeklenmesine...
balkona biraz daha ilgi göstermem lazım,
çoğu kar zamanı dondu...
en üzüldüğüm adrasan'dan getirdiğim japon şemsiyesinin donması...
hoş ben mi daha çok üzüldüm yoksa feriş mi...
bir kutuda çimlenmiş arpaları ,
öbür kutuda buğdayları dururken feriş ısrarla bu japonu yerdi...
bana, günde 2 saat güneşle idare edecek,
ayrıca tırmanıcı,sarıcı özelliği olan çabuk büyüyecek bitkiler lazım...
yani önerilere açığım...

gece geç geldik eve...
merdivenleri çıkarken zihnimde sahneyi yarattım...
eşofmanlarımı giyip,civar köylerden gelen sütü yoğurt olması için mayalayıp...
sonrada bir kitap seçip ,kendime çağla ,konyak,kuru üzüm ziyafeti çekeceğim...
bak bunu çok seviyorum işte...
mesela bir sofrada süt ,peynir,lor,kaymak,yoğurt gördüğümde
süt'ün serüvenini ,katettiği yolları seyrediyormuşum gibi gelir...

aynı şey üzüm içinde geçerli...
bir tabakta bir salkım üzüm,yanında şıra,yandaki yağlığın 2. şişesi kesin sirkedir,
ortada şarap,
sehpada konyak yani iki kere rafine...
belki biraz pestil,biraz pekmez...
ve konsolun üstünde unutulmuş bir tabak kuru üzüm...
buda üzümün yaşam öyküsü...
dalından koparıp yersin
ya da serersin güneşe bırakırsın unutmaya kurutmaya
veya çeşitlendirirsin pestil,pekmez diye diye...
üzümünde insanında kaderi aynı yollardan geçer...
doğarsın
üstüne ekleye ekleye donanırsın,ışıldarsın
veya yapmazsın doğar büyür olgunlaşır sonrada karışırsın doğaya ,özüne...
konsoldaki kuru üzüm gibi
zihinde canlandırması kötü gibi duruyorsa da...
yinede üzümün en doğal en katışıksız serüvenidir kuru üzüm...
zaten kötü ne ,iyi ne?

üstelik tamda sarmal dönemlerden geçerken...
güzel çirkine ,çirkin şirrete
yoksulluk, sağılan ranta,rant güce
güç,zulme dönüşmüşken...
para; el kiri değil,yüzkarası olmuşken...
iyi ne kötü ne

gece kitap için epey bi oyalandım kütüphanenin önünde
eh geç vakit büklüm büklüm gelmişiz haneye
hawking'in ''büyük tasarım''ını okumak için yanlış zaman
balzac'n ''tuhaf öyküler''ini okumak için yanlış ortam
ayfer tunç'un yeşil perisini okumak içinse yanlış duygulanım...

sonunda
nazlı eray'ın kitabını çekince
tamam dedim ''tozlu altın kafes'' olabilir ,neden olmasın...
daha önce 2-3 kitabını okumuştum n.eray'ın...
fantastik kurgunun kraliçeliğini yıllardır açık ara önde götürdüğünüde bilirim...
ama benim keyif aldığım fantastik kurgu daha farklı olduğundan olsa gerek,
tüm külliyatına sahip değilim...
tüyaptan aldıklarımdan biriydi ''tozlu altın kafes''
bu sefer anılarını yazmış eray.
anılarını 60'lı 70'li ve 90 'lı yıllar olarak içiçe vermiş kitapta...

90'lı yıllar prof.dr. metin and'la yaptığı evlilik...
kitap ismini 90'lı yıllardan almış , en ilgimi çekende bu kısım oldu...
2008 yılında kaybettiğimiz metin and'ı tiyatro tarihi araştırmacılığında duayen olarak tanırız...
yanısıra yazar, performans, tiyatro, illüzyon sanatcısı
ve hukukçudur.

sokaktaki can'lara bir kap su,birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

kitapta evlendikten sonra yaşadığı evi bi tarif etmiş ki n.eray
gerilim ustalarını selâma durdurur...
gece yatmadan önce okuduğum gerilimlerden,
ne cornwellin yoksullar mezarlığı
ne gerritsen'in çırağı kaçırmadı uykumuda
bu ev tarifi başardı kaçırmayı...
çıktım yataktan ,bir kupaya kahve doldurdum ,kitaba koltukta devam ettim...
zaten uykuyla inatlaşmanın pek bi hayrını görmedim bugüne kadar...

ben koltukta kitabıma büyük keyifle devam ederken...
sırasıyla önce feriş kalktı ,uyum gurusu mübarek...
sanki az önce yatakta ışık gelmesin diye patileriyle gözünü kapamış mırıl mırıl uyuyan o değilmiş gibi...
önce biraz masamın üstünü karıştırdı ve son derece haklı bu karıştırmacada
çünkü en sevdiği oyuncağını çekmeceye kilitliyorum geceleri...
alt kattakilerde rahat uyusunlar diye...
sonra baktı hala gece modundayız , hafif yatar vaziyette oturduğum koltuğa çıktı,
kafasını boynuma yasladı ,gövdeyi göğsüme ve uyumaya devam etti...
en alışık olduğumuz okuma şekli bu olduğundan
konyak,çağla,üzüm üçlüm koltuğun dibindeki sehpada değil,yanındaki konsolda durur herzaman...
ardından ekselans kalktı...
gecenin belli saatleri arasında karanlıkta ve derin uykuda olmanın vızıttırı bi hormonun salgılanmasını
sağladığını anlattı...cık cıkladı...
sonra ışığın açısını beğenmedi lambayı düzeltti...
haklıymış,ışığa ulaşmak için kitabı kaldırıp durmaktan kolum uyuşmuştu...

n.eray bu kitabın ardından verdiği bir röportajda and'la olan evliliği için
''psikolojik şiddet gördüm''
demiş...
kitabı okursanız ayrıntıları oya gibi işlenmiş kitapta...

''şiddet'' dendiği zaman ister basında ister yanımızda yöremizde olsun,
bahsedilen genelde ''fiziksel şiddet''
oysa bunun birde psikolojik türevi var...
bu türevin
niye yankısı yok,neden daha fazla üstünde durulmuyor sorularının cevabı yine insanda saklı...
hani zatüre olunca dr. a gidersinde
kendini mutsuz ve keyifsiz hissettiğinde dr.a gitmezsin gibi...
biri sanki daha acildirde diğeri daha katlanılabilinirmiş gibi
aslında sadece...
birinin çığlığı duyulur,diğerininki ise büyük bir ihtişamla boğulur...

kitabı okuyarak sabahı buldum ve doğal olarak öğlene kadar uyudum...
sorun yok ,
çünkü bu hafta ısrarla nuh nebiden kalma yöntemle açık hesap çalışan büyükpatronun
geçmişten kalan alacaklarını alabilmek için müşterileri arıyorum telefonla...
ha sabah aramışım ha öğleden sonra...
değişen birşey yok...
cevap aynı
''çok özür dileriz,inşallah en kısa zamanda''

sahil'den perspektif



burdaki sahil yolu ilginçtir...
delisi velisi
kondüsyon tutanı
iskeleti çıkmışken hala kilo vermek için koşanı
kiloluyken hem yürüyüp hem hamburger yiyeni
köpeğine eş arayanı
kendine yoldaş arayanı
evine evdaş arayanı
hırlısı hırsızı
ayyaşı berduşu
halisi kâmili
güngörmüşü
gün dönerken içi ölmüşü
uyumlusu uyumsuzu
şıkı paspalı
masküleni femineni
dünyayı içine sığdırmaya çalışırken daralanı
dünyayı kıçına sallamayanı
ne ararsan kimi ararsan var...

yürürüz,kafa dinleriz
ama hiç kayaları çizmek aklıma gelmemişti...
bir can dost resim kursuna başladı...
sahildeki kuşları kayaları çizecekmiş
kursta öyle demişler-miş...
''hep beraber gidelim'' dedi...

sıkılırım aslında bu tip ödev temalı zamanlardan...
gitmemek içinde son kozuma kadar oynarım...
ama bu sefer değil...
bu aralar zaten sıkılıyorum günden,gündemden,getirdiklerinden
aslında en çok getirir gibi gözüküp götürdüklerinden...
yalandan,dolandan,talandan...
''cambaza bak''diye diye katledilen topraklardan,insanlardan
ve yazsam mürekkep yetmez bir çok şeyden...
1 yıl oldu televizyonu hayatımdan çıkaralı...
korkuyorum
düğmesine basıp açarsam kanallardan birinden r. ozan olmadı karısı alçı çıkacak biliyorum
çıkmazlarsa muhtemelen arkamı döndüğümde evin koridorlarında yürüdüklerini sanacağım...
bu kabusu yaşamaktansa televizyonla vedalaştım iyi oldu...

işte tamda bu yüzden yani artık daha fazla sıkılamayacağımdan...
'tamam' dedim...
'gelirim bende sahile, sen çizersin bizde seyrederiz'
sandviçler eliften olacak ve benimki özel olacak...
biz keyif yapıcaz,rafi çizim...
ee iyii...
başlayalım...

ben termosla çay getirdim
siranda günlük kedi mamalarını getirdi...
kedi mamalarının iyi tarafı köpeklerin ve kargalarında severek yemesi...
az bekleyin yakındır , tek tip bir gıda üretilecek
katkı maddeleriyle hepimizin seveceği bir tad oluşturulacak
insan,kedi,köpek,kuş hepimiz onu yiyeceğiz.
nasıl olsa tarım ve hayvancılığın anı olarak kalmasına az kaldı...
deniz desen küstü
barbun,tekir taklitleri uzakdoğudan gelip yerli diye satılır oldu...

hava buz gibi...
rafi gözümüze derse teşvik edilmeye uğraşılınılan evin şebelek oğlu gibi görünmeye başladı
10 dakkada bir
''çizdin mi bitti mi '' diyoruz...
çünkü donuyoruz...
o da ''birazdan'' diyor...
bakıyoruz kağıda çizdiklerine sonrada kayalara kuşlara...
yok anam babam bu ne menem bi kurstur
bilmeyene öğretmek mi
bileni eğitmek mi...
bu adam anca çöp adam çizer...

''biz bi yürüyüp gelelim sende çizersin o ara dedik''
yok dedi olmaz ''madem benim için geldiniz oturun,konsantrasyonumu bozmayın''
konsantrasyon dedi yahu birde...
katıla katıla gül diye...
sohbete daldık
takılıyoruz arada ''konsantrasyonun ne alemde'' diye
''beni konuşmayı kesin yeter,yeni bir çallı olmayacağımı nerden biliyorsunuz'' diyor...
doğru, nerden bilecez...

konuşa konuşa bir çift geçmeye başladı yanımızdan...
o arada karşıdan bizi gören bir kedi koştura koştura tünediğimiz kayalara doğru gelmeye başladı
doğal olarak bu çiftin önünden geçti kedicik...
kadın bi panikledi bi panikledi öyle kocasının arkasına saklanmalar filan...
yok hiçbirimiz hiçbişey demedik
kadın fobik olsa koşup kediyi alırdık kucağımıza elbet ama
bu prototipi iyi tanıyoruz ,bunların yapay bir reaksiyonu var...
ööle kediden köpekten tiskiniyoolar...
tiksinmiyorlar tiskiniyolar
bu bilmediğimiz için empati kuramadığımız bir duygudurumu
o yüzden hiç ses etmiyoruz...
atladı kedicik kayaların üstüne,önce biraz mırmırlaştık sonra mamalara yöneldi...

çiftde uzaklaşmaya başladı...
hızlı hızlı konuşuyorlardı...
enleri boyları yakındı...en azından görüntüde uyum sorunları yoktu...
biraz uzaklaştıklarında sesleri daha yükseldi...
bıraktık sohbetimizi çifti izlemeye başladık...
sonra sesler dahada yükseldi...
sonra ne olduysa oldu
kadın ellerini başına doğru götürdü akabinde adam kadını itip kakmaya vurmaya başladı...
kadında yüzünü ve başını korumaya...
siran her zamanki naifliğiyle tekir kedi kucağında ufka çevirdi gözlerini
öyledir o ,
utanma yelpazesi geniş, özel insanlardandır...
başkaları hata yaptığındada onlar adına utanır...
rafiyle elif o esnada ulaştılar çifte...
elif kadına sarıldı ,kollamaya aldı
rafi adamın karşısına dikildi...

sağ ayağım harekete geçmiş kalkıp giderken
sol ayağım ''halt etme otur '' dedi...
kalkmadım,
kalkmadım çünkü:
birçok defa yardım etmek için harekete geçip reddedilince üzerinde düşünüp...
daha iyi gözlemliyorsun...
yardım isteyene yardım etmek farzdır
da...
yardım istemeyene yardım edebilmenin yolları çok çetrefilli...
mesela
adamın sesi top gibi patladığında kadın çoktan yüzünü ve kafasını korumak için kollarını kaldırmıştı...
panik yok, şaşırma yok...
etkiye tepki diyip ses yükseltme yok
arkasını dönüp yürüyüp gitme hiç yok...
demek daha önceden defalarca karşılaştığı bir olay...
daha önce karşılaşmış olmasına ve şu anda sahilde yürümesine bakarsak
kabullendiği bir olay,yardım istemediği bir olay
veya yardım isteyip ,yardımları yeterli bulmayıp kabullenmeyi seçtiği bir olay...
veya istediği halde yardım alamadığı bir olay
şimdi fikir değiştirip dışardan yardımı kabul etmesi ise kafamıza göktaşı düşmesi olasılığında bir olay...

4-5 dakika geçti böyle
sonra kadın elifin karşısında birşeyler anlatırken eliyle koluyla destekledi anlattıklarını...
elifle rafi yavaş yavaş uzaklaştılar bu çiftten...
arkaya dönüp dönüp kadınla adama baka baka
bize doğru yürümeye başladılar
surat 5 karış geldiler
''noldu'' dedik
elif sinirle cevapladı...

__kadın bana ''karı kocanın arasına şeytan bile girmez çek git başımdan'' dedi ...

halbuki şöyle olsaydı
bizimkiler gitseydi adamı durdursaydı...
kadını alsaydık dilekçesini yazıp savcılığa götürseydik
hastaneden darp raporu alsaydık
savcılıktan uzaklaştırma kararı çıkarttırsaydık
kadın aynı anda hem tedbir nafakası hemde boşanma davasını açsaydı
kötü mü olurdu...
bence güzel olurdu...
ama dinamikler öyle işlemiyor...
dediğim gibi yardım istemeyene yardım etmenin yolları çetrefilli...

sokaktaki can'lara bir kap su birazda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

mesela bu tip ani karşılaşılan tablolarda
hayvana,sokakta yaşayanlara,sokak çocuklarına şiddet uygulanıyorsa iş biraz daha kolay
çünkü ;mesela hayvan,kendini o anlık da olsa şiddetten kurtaranın yanında yer alıyor...
daha iyi ihtimalle fırsattan yararlanıp arkasına bakmadan uzaklaşıyor...
içgüdü,akıl,sağduyu her ne varsa arka arkaya kullanıyor...
insan?
insanda bazen işte bu şekilde kilitleniyor olay

bu tip olaylarda şiddet göreni önce kendinden korumakla başlıyor iş...
al işte sana binlerce yılın açmazı...
insanı ondan bundan şundan korursun korumasınada,
insanı kendisinden nasıl koruyacaksın...
anlatacaksın olmayacak,yol göstereceksin umursamayacak...
sıkışacaksın köşeye ,sonra ''her şeyin başı eğitimmmm öğretimmm '' diyen kendi sesini duyacaksın ...

öyle sıkıştıkça söyleye söyleye bununda boşaldı çoktan içi...
dedim demesinede...
dolumuyduki
öğretim anlamına kullanılan ,eğitim,öğretimle bütünleşmedikçe ne denli etkili...
veya ne zaman boşalmaya başladı tarih olarak içeriği...
yani şimdi bu kediden korkup tırsan
ve o yanındaki zebani kılıklıdan korkmamayı başaran kadıncağız
magnezyumun molekül ağırlığını bilince işler yoluna girer miydi...
veya yanındaki adamcağız pıt diye 3 bilinmeyenli denklem çözebilse vurmaz mıydı kadına...

hepsi gerçek veya hepsi hikaye...
aslı şu...
seçim hakkı yoksa o kadının amenna tek yürek savaşalım...
da...
seçim hakkı olanın ,
büyük bir başarıyla adamın statüsünü ,öğretimlisini,paralısını seçebilenin
şiddete meyyal olmayanını seçememesi ilginç bir ayrıntı...

sorsaydık bu kadıncağıza mutlaka gerekçeleri vardır...
parasızdır,pulsuzdur,kocasına bir anormal aşıktır...
veya gidecek yeri yoktur
işsizdir,ailesi arkasında değildir,
arkasındaysa töre vardır
evde 9 çocuk vardır
vardır oğlu vardır...
ama sonuçta kocasıyla yürüdüğüne göre,en azından fiziksel olarak kapatılmış olmasa gerek...

4 duvarın arasına kapatılmış,elindeki hertürlü iletişim aracı alınmış,
hatta kimliksizleştirilmiş
şiddet/töre mağduru insan, boğazıma düğüm olurken...
bu örnekteki yüzsüzce benimsenmiş şiddet sadece midemi bulandırıyor...

mevcut iktidar ''bizim parti öksürürse türkiye zatüree olur'' demiş...
hiçbirşey olmaz...
ama
hangi toplum olursa olsun kadın öksürürse toplum verem olur...

medyaya göre kadına yönelik şiddet son yıllarda müthiş artmış...
burda epey düşünmek lazım...
çünkü istatistiklere göre hem dünya genelinde hem ülkemizde suç işleme oranlarında düşüş var....
hakikaten son yıllarda kadına yönelik şiddet mi artmış...
yoksa son yıllarda iletişim ağımız artmışda biz artık sürmeneden ercişe,
liceden aksekiye heryerden haber alır mı olmuşuz...
eğer iyi iletişmemizden kaynaklıysa bu eğrinin piki
o zaman bu ''arttı'' haberlerinin amacı ne?
şurda hazırda mis gibi 4+4+4 ümüzde tazeyken...
yani bir amaç varsa üstü örtülü...
haberleri okudukça korkan,sinen,
pasifize edilen kadınlar sayesinde kim? hangi zihniyet? hangi rejim nemalanır ona bakın...
eğer verilecek bir cevabınız varsa kafanızda , haberlerin doğruluğu şaibelidir...
cevabınız yoksa haberlerin doğru olması ,olasılıklardan biridir...

darp edilmez misin edilirsin belki...
kadın,erkek,sen,ben,o hepimiz edilebiliriz
birinin kuyruğuna basarsın,akan çeşmesinin musluğunu kaparsın,suçunu ifşaa edersin...
veya evlenmeye kalkarsın
aşkın aklından öne geçmiştir...
sırtındaki kanatlarla uçuş uçuş gezerken tut ki anlayamazsın
adamın/kadının psikopat olduğunu hatta bin beteri sosyopat olduğunu...
darp edilirsin...
ama
ilkinde boş bulunursun
ikincide uyurken vurulursun
3.de arkan dönükken saldırır yanındaki ,gafil düşersin savunmasız kalırsın
4.
5.
15.
de naparsın be Allahın kulu...
armut mu toplar elin kolun...
bu mudur dünyada varoluşun amacın...
doyacağın bir lokma ekmek
içeceğin bir yudum su
yaşayacağın bir adım ömür...
kula kulluk yaparak mı geçireceksin...
kendine acımazsın anladıkda elindeki 2-3 tane lokma kadar çocuğada mı acımazsın...
ehh onlarada acımıyorsan eğer...
şiddeti öğreterek büyüttüğün o çocukları salacağın
ve başlarına bela edeceğin topluma hiç acımazsın zaten...

şiddet göstermeyen ve şiddet görmeyenlerde , bunun diyetini mantar gibi açılan sığınma evleri için
verdikleri vergileriyle öder...
bakanlıktan ayrılan bütçelerin bahçedeki ceviz ağacından toplandığını sanmıyordur herhalde kimse...
buz gibi mi
evet
gerçek mi
o da evet...

sonra ne oldu...
aslında çok bir şey olmadı...
çiftimiz eliften sonra sakin sakin yürüdü gitti...
arada arkaya bakıyorlardı ,sanırım o cadı peşimizden geliyor mu diyeydi...

elif sıcak sandviç yapmaya gitti...
bizde kedilere köpeklere mama takviyesi yaptık o arada
sonra sıcak sandviçlerimiz geldi muhteşemdi...
minik ekmekleri fırında ısıtmış,
diğerlerine kaşar peynir,salam,jambon,kıvırcık...
benimkine zeytin ezmesi sürmüş,
içini beyaz peynir
domates dilimleri ve bir yaprak kıvırcıkla süslemiş
nefisti gerçekten...
resim?
resme ne desem bilmem...
yaklaşık 20-25 cm.çizdiği kuşların gagaları 0.5 cm filandı...
''bu kuşlar serumla mı besleniyor '' dedik...
__niyeki
__ee avlanamazki bu nokta kadar gagayla...
kızdı, elimizden aldı şaheserini kurstaki hocanın beğeneceğine eminmiş...
biz anlamazmışız...
iyi...

kar sesi



bütün sesleri bastıracak kadar güçlüyse sessizliği,
o zaman en güçlü ses kar sesi derim..
ne çok özlemişim bu bembeyaz görüntüyü...
uzun yıllardır saçaklardan buzlar sarkmamıştı bu kentte,
eskiden babam sabah ilk iş çatıdan sarkan buzları kırardı...
''niye'' derdim
''biri altından geçerken koparsa yaralanır''  derdi
biri??
Alah bilir kimdir o biri...
korurmuş demek o zamanlar insan insanı...
küresel ısınmaydı şuydu buydu derken,
ingilteredeki bilimden ses geldi ''mini buzul çağı''geliyormuş...
büyükpatronun öngörüsü destek buldu...

ben sevinçliyim ,kent bembeyaz,sessiz...
gözüme batan ne kadar eğretilik varsa hepsi kar altında...
yahu, ağzıyla kocaman gülerken ,gözleriyle sırtlan gibi deşmeye çalışanlar bile
kara dayanıklı bereler atkılar altında görünmez oldular,
daha ne olsun...
bende işin bilgisayar kısmını eve aldım,keyfimce geziyorum  kar altında...

sahil martılara ve karabataklara kaldı...
60 lı yaşlarında bir kadın tek başına kardan adam yapıyordu...
içimi ısıttı enerjisi...


tren yolculuklarından müthiş keyif aldığım halde,
raylar hüzün yaratır bende...

sonra bu tren geçti...
ne menem bir tesadüfse,eve döndüğümde öğrendim,
meğer haydarpaşa'dan son trenmiş...

bir tarihin yokoluşuna tanık olmuşumda haberim yokmuş...
haydarpaşa yandığında minik bir yazıyla not düşmüşüm buraya...
tadilatı yapılsın,aynı şekilde devam etsin istemişim...

ehh gelecekte avm oluyormuş...
olur tabi otel olur ,avm olur herşey olur...
gıdasız kaldığı için aç olan insanı doyurmak çok kolaydır...
5-10 köfte ,bi tabak pilav çözer sorunu...
ama,gözü aç olanı doyuramazsın...
5-10 köfte yerine sığır sürüsüde getirsen ,1 tabak pilav yerine dönümlerce çeltikde versen olmaz...
doymaz...

kar müthiş güçlü bir konsantrasyon sağlıyor...
yakan kavuran sıcak günlerde ne kadar bozuluyorsa konsantrasyonum ,
bu havalarda o kadar toplanıyor...

bizim sokağın kedisini köpeğini düşünmem gerekmiyor artık...
bu büyük bir lüks...
8-9 yıl uğraştım bunun için ama bu çabaya değdi...
iyi insanlar ,içlerindeki iyiliğin farkına vardı...
kötüde var tabi olmaz mı,ama artık su kaplarını tekmeleyip atamıyorlar...
mama kapları için zabıta çağıramıyorlar...
buda iyi bişey...
keyifleri yerinde...
apartman girişlerinden ,bahçe kapılarına kadar heryerde mamaları suları var...
ve onlarla ilgilenen bir çok sokak sakini...
onların bu iyiliklerinden aldıkları güç yıkılmaz öyle kolay kolay...
kar nedeniyle apartmanlara,garajlara girişleride serbest...
bana düşen sadece kafalarını okşamak,
başka mahallelere yelken açtım...


bu güzelliği gördüm mesela...
bende mama bitmişti...
onunda yanına bırakılmış ekmekten başka birşeyi yoktu
karşıdaki pilavcıdan tavuk istedim
adam paket mi diye sordu
yok dedim öyle ver
plastik çatal koyarken ,onuda istemedim ...
garibim pilavcı iyice garipsedi...
bir yandan parayı öderken,bir yandan köpeği gözlüyordum...
kalkıp gitmesin diye...
bakışlarımı takip eden pilavcı çözdü meseleyi...
parayı geri uzattı
__aaa abla aşkolsun ya ,söylesene baştan ,bide para veriyosun,koy oğlum şu kaba biraz daha tavuk...
ben uzattım ,o itti parayı...
almadı...
''bundan sonra  veririz buna artanları merak etme sen,bizimde sevabımız olsun'' dedi...
sevap??
olsun tabi,kimin nedeni nedir bilemem...
ama varılmak istenen sonuç aynıysa,nedenler sadece araç...
ee madem iyi insan pilavcı bi kapta su istesem verir elbet...
istedimde zaten
verdi...
köpeğin yanına giderken kocaman güldü...
ki ben bilirim bu gülüşü...(ne bilecek yağmuru,karı,doğayı,hayvanı,
kent mahkumu işte,
kedilerden siyamı,köpeklerden terrieri bilir gibi bişi)
''her yer kar be ablam napsın hayvan suyu''
dedi...
köpek yemeğini bırakıp kana kana su içerken...
''bu karda nasıl susuz kaldı bu hayvan'' diye konuşuyordu kendi kendine...
cevabı çırağından geldi...
''usta nasıl eritsinlerde içsinler o karı ,heryer buz''

terzi söküğünü dikemez derler doğruymuş...
sardunyam dondu...
bi çöp poşeti geçirmiştim saksıya,uçmuş...
balkona koyduğum ekmeklere...
lapa lapa kar altında gelebilenler sadece serçeler ve sığırcıklar oldu...

kumrular gelemedi
güvercinler ortada yok...
beni en çok şaşırtan benim 3 karganın gelmemesi oldu...
kar kalksın hepsi çıkar ortaya...

kar içeceğimde ikilemde kaldım...
kahve-konyak mı
yoksa uzun zamandır içmediğim sütlü kakao mu diye...
ilkinde
olur mu olur belki diyip,sütlü kakaonun içine konyak eklediysemde...
olmadı
bi koca kupayı lavaboya boşalttım...
aman diyim denemeyin bile...
tercihim sütlü kakao oldu...

kar kitabım ise...
''venedikte bir yahudi''
roberta rich yazmış...
henüz çok başlardayım ama iyi gidiyor...
16.yy.venedikte yaşayan hanna levi'nin öyküsü...
kütüphanemde sıra gelipde okumadıklarımdan seçerken ismi cazip gelmişti...
seçimimin isabetli olabileceğini şu paragraf anlattı:

''Hanna adamların sesini duyunca perdeyi aralayıp aşağıdaki campo'ya bakarak
konuyu anlamaya çalıştı.
Odayı ısıtan mangal söndüğü için pencereyi kaplayan kalın buz tabakası görüşünü engelliyordu.
Diliyle iki madeni para ısıttı.Dilinde hissettiği madeni tat yüzünün ekşimesine sebep oldu.
İki başparmağıyla cama bastırdığı paralar buzu eritince ortaya çıkan deliklere gözlerini dayadı''

evet evet kesinlikle iyi seçimmiş bu kitap...

ev pratiği


yolu emlakçıya düşenler bilir,
şimdilerde kendilerine danışmanlık ve expertiz tanımlamasını uygun görmüşlerse de...
bu mesleğin emlakcılıktan önceki adlarından biri komisyonculukdu...
daha geriye gidersek simsarlıktı...
en baştan isminde meymenet yok...
daha da geri gidersek tellal adıylada tanımlanmış...

eskiden
''balkonlu 4.kat 3+1 olsun'' diyenleri
çatı,zemin,bahçe katı gezdirirlerdi,
şimdi net üzerinden bilgiyi ve görüntüyü paylaştıklarından,
daha değişik bi dil geliştirmişler...

alıcı, kiralayıcı herneyse müşterinin kafasında ulaşmak istediği bir ev vardır
özelliklerini bilir ve simsara söyler...
zaten hikayede bundan sonra başlar...

açıklamalı el kitapları yok bunların ama bi emlakçı tercümesinde yarar var...

**''açık otoparkı var'' demek
sokakta arabanı koyabileceğin yer bulunuyor demek
ya da
''yanda boş arsa var bina dikilene kadar arabanı oraya bırakabilirsin'' demek...
en vahimi ,
''yandaki boş arsaya yerleşmiş değnekçilerin olduğu yere
3-5 lira karşılığında arabanı bırakabilirsin'' demek...

**''balkonu var mı'' sorusunun cevabı
''evet elbette kapalı bir balkonu var'' olarak veriliyorsa,
bunun anlamını evi gezerken daha net anlarsınız...
hani yatak odası gayet ferah gayet büyük gözüktü ya gözüne...
diğer odalarada baktın hala balkon gözüne çarpmadı ya...
''nerde lan bu evin balkonu'' diye diklenme...
var işte, adam yok mu dedi sana...
o yatak odasının ferahlığının esbab-ı mucizesi zaten birzamanlar var olan balkonda...
birleştirmişler meğerse...
eh sanada düşen alıp çayını sigaranı şöyle bir hava almak istediğinde aşağı inip kaldırıma oturmak...
boşuna sorma emlakcıya
o hava almak için arka sokaktaki parkı veya evin önündeki ağaçları filan önerir...

bitmedi tabi daha yeni başladık...
**''küçüçük şirin bir ev'' tanıtımının tercümesi
sağdan sola 5 adım ,aşağıdan yukarı 3 adım
haydi eller havaya
kaldırdın mı ellerini heh işte hoop tavan...
yani emlakçının küçücük şirin evi aslında fantastik bir cüceler evi...

**''mutfak nasıl düzgün mü'' sorunun cevabı
''ahhh yeni sıfırlandı çok şirin kullanışlı minik zaten fazla işide olmaz''
olarak verildiyse bunun tercümesi şu:
öyle fırınmış mırınmış teferruat onları
bulaşık makinan sığar ama onun üstüne set üstü ocak alırsın
bak tam salonun girişinde bi boş alan var buzdolabınıda oraya koyarsın...
kıvırcık,yoğurt havuç lazım oldukça gidip gelip salondan alırsın...

**''evin manzarası var mı'' diye sorulunca..
net olarak ''evet oda veya salon denize bakıyor '' cevabı verilmeyipde...
''aman efendim ne demek denize 3. ev''
cevabını alıyorsan
bunun tercümesi
evet denize 3. ev,kapıdan bacadan denizin kokusunu alırsın çünkü evin ya kıçı denize dönüktür...
ya da tam önüne heyula gibi bir otel dikilmiştir
deniz artık senin için yaklaştıkça uzaklaşan vefasız sevgiliye dönmüştür....

başka başka
heh
**''yatırımlık daire'' demenin tercümesi ,
içerde arıza bir kiracı var
daireyi alırsan bonus olarak kiracıda sende kalıyor aydan aya kiranı alırsın işte sana yatırım ..
demek.

**ilanlarda gördüğünüz ''adsl vardır''
aslında şu anlama geliyor
yani bu daire ya Allahın terkettiği yerde
ya da o kadar hiçbirşeyi yokki
var diye bula bula adsl yi bulduk anca ,demek
korkarım yakında mutfağı ,banyosu var diyede yazacaklardır...

sokaktaki can'lara bir kap su ,birazcıkda yemek vermeyi unutmazsınız değil mi...

**''muhteşem doğa manzarası'' diyorlarsa
hemen fiyatına bak emsallerinden epey ucuzsa
doğa manzarası diye kazıkladıkları manzara,
evin,ya selvilerden oluşan mezarlığa
ya da...
çocuk parkındaki 3 tane cılız ağacına bakmasıdır...

net ve brüt ayrımına dikkat...
150 m.2 brüt demek
biz bunu daire kapısı dışındaki sahanlık merdiven, merdiven kovası dahil hesapladık demek...
sahanlığa eşya koyup kullanmayı düşünmüyorsan, net' ini soracaksın...

evin m2 si ve bağımsız bölümleri ,yani odaları arasında bir doğru orantı olmalı...
m2 arttıkça oda sayısı artmalı
ortalamaya bakarsak 70 m2 ye kadar 1+1
100 e kadar 2+1
ki bana kalırsa 120-130 a kadar 2+1 daha doğru bir tercih...
anca 130-140 dan sonrası 3+1
dolayısıyla
90 m2 ve 4+1 ev demek
aldığın 5 parçalık oturma grubunun 2 tanesi bir odada 3 tanesi diğer odada duracak demek
veya inat edeceksin
5 parçayıda bir odaya aralarında milim boşluk kalmadan sebilhane bardağı gibi dizeceksin
uçtaki koltuğa oturmak içinde tepelerinden atlayıp zıplayacaksın demek

bitti mi
yooo
zurnanın zırt dediği yerdeyiz
aslında ne yerde ne gökteyiz hakkaten bir garip seferdeyiz....
olaki 'dubleks olsun' dedin
olsun valla bencede olsun...
de işte minik bi problem var
ters dubleks; zemin katlardan başladığı için ,adında meymenet yok ama gerisinde pek sıkıntı yok...
sıkıntı, çatı dublekslerde var...
çatı dublekslerin % 70-80 civarı kaçak bu kentte ...

çoğunlukla olay şöyle gelişiyor...
adam en üst katta bir ev alıyor...
eh işte çatı akıyor uçuyor falan...
ya da antendi uyduydu ayar dı diyen
apartmanın mart kedilerinin çatıyı işgali sonucu
akmayacağıda varsa akıyor...
1-3-5-10
her seferinde çatı yapılıyor ustaya olukla para gidiyor
ki çatı diyip geçmeyin masraflı iştir...
harcanan para apartman sakinlerine bölünüyor
bknz: kat mülkiyet kanunu
daire sahibi bizar , apartmanın diğer sakinleri ondan da bizar...
çünkü gözleri görmediği için gönüllerinin kolay katlandığı çatı akmasına olukla para akıtıyorlar...
eh göze batıyor tabi haliyle...
o esnada daire sahibi çakalın aklına vinnnk diye bir fikir geliyor...
çatı masrafını üstlenmeye talip oluyor
karşılığında daire sakinlerinden çatıyı yükseltip bi odacık ilave edeceği kat için muvafakatname alıyor...
muvvafakatname bu katı yasal hale getirmiyor...
ancak, apartmandakilerin vızıldamasını önlüyor
çatı yükseliyor onarılıyor...
o bi odacık ilave dediği yer alttaki dairenin birebir aynısı olarak konumlandırılıyor...
o mutlu mesut idare ediyor etmesinede...
zamanla kendide inanıyor bu ilavenin kendi malı olduğuna,
sıra satmaya gelince,dubleks olarak satışa çıkarıyor...
diyelim emlakçı engelini aştın,evi beğendin...
yinede iş bitmiyor...
belediyeden projesine,tapudan bilgilerine bakacaksın...
bakmazsan ne olur...
en iyi ihtimalle verdiğin kapora yanar,çünkü vazgeçen sensen kaporayı iade etmezler...
kötü ihtimalle 180 m2 dubleks diye aldığın daire,90 m2 tek kat çıkar...


hee birde siz siz olun...
parayı oturacağınız evin malzemesine verin...
gazete ve televizyon reklamlarına finansör olmayın...